12 Mayıs 2007 Cumartesi

Barometre

"Bir gökdelenin yüksekliğini barometre ile nasil bulursunuz, anlatınız." (Bu soru Kopenhag'daki bir Üniversitenin fizik sınavından alınmıştır) Öğrencilerden birinin cevabı: "Barometrenin ucuna bir ip bağlarsınız. Sonra gökdelenin tepesinden asıp sallarsiniz. Barometre yere değdiğinde ipin boyuyla barometrenin boyunun toplamı gökdelenin yüksekliğini verecektir." Bu oldukça orijinal cevap hocayı çileden çıkartmağa yetti ve öğrenci dersten kaldı. Öğrenci, cevabının doğruluğu konusunda itirazda bulundu ve Üniversite durumu çözmek icin başka bir hoca gonderdi. Bu noktada öğrenci hakkında ne düşünürdünüz? Sizin kararınız ne olurdu? Kalmalı mı, geçmeli mi? Yeni hoca, cevabın aslında doğru olduğuna fakat kayda değer bir fizik bilgisinin varlığını göstermediğine karar verdi. Sorunu çözmek üzere; Öğrencinin en azından bir temel fizik bilgisi olup olmadığını anlamak için ona altı dakika vererek sorunun sözlü cevabını vermesi kararını aldı. İlk beş dakika, genç sessizliğe gömüldü. Alnı düşünceden kırış kırış olmuştu. Hoca, zamanın tükenmekte olduğunu hatırlattığında genç, çeşitli cevaplarının olduğunu fakat hangisini kullanacağına karar veremediğini söyledi. Tekrar acele etmesi tavsiye edilince genç şöyle cevapladı: "İlk olarak, barometreyi gökdelenin tepesine çıkartıp kenarından aşağı bırakıp, yere inene kadar geçen süreyi ölçersiniz. Binanın yüksekliği (h=0,5 x g x t kare) formülü uygulanarak hesaplanabilir. Fakat, barometre için kötü bir seçim..." "Veya güneş parlıyorsa, barometrenin yüksekliğini ölçersiniz. Sonra onu bir yere dikip, gölge uzunluğunu ve daha sonra da gökdelenin gölge uzunluğunu ölçersiniz. Bundan sonrası, basit bir orantıyı çözmek olacaktır." "Fakat, bu konuda gök bilimsel bir cevap istiyorsanız, barometrenin ucuna bir sicim bağlayıp, onu bir sarkaç gibi sallandırabilirsiniz; önce yer seviyesinde, daha sonra da gökdelenin tepesinde. Yüksekliği T=2pi kare kvk (I /g)formülündeki farktan yararlanarak bulabilirsiniz." "Yahut, gökdelenin dışarısında bir yangın çıkış merdiveni varsa barometreyi bir cetvel gibi kullanarak yukarıya çıkarken gökdelenin boyunu, barometre yüksekliği biriminden sayıp, bunları toplayabilirsiniz." "Eğer, ille de sıkıcı ve ortodoks olmak istiyorsanız, tabii ki, barometre ile gökdelenin tepesindeki ve yer seviyesindeki basıncı ölçer, milibar cinsinden çıkan farkı uzunluk ölçüsüne çevirebilir ve yüksekliği bulursunuz." "Ancak, bizler daima zihnin bağımsızlığı ve bilimsel metodlar kullanma konusunda teşvik edildiğimiz içindir ki, en iyi yol şüphesiz hademenin kapısını çalmak ve yeni bir barometre isteyip istemediğini sorarak gökdelenin yüksekliğini söylemesi durumunda ona bu barometreyi vereceğimizi söylemek olurdu." Şimdi, genci dinledikten sonra hâlâ aynı şeyi mi düşünüyorsunuz? Geçmeli mi, kalmalı mı? Öğrencinin adı: Niels Bohr, Fizik'te nobel ödülü kazanan tek Danimarkalı.

BÜYÜK TAŞLAR !

Aşağıda okuyacağınız gerçek hikâye Kellog Business School'da (Northwestern Üniversitesi) İş İdaresi mastır öğrencileri ile Zaman Yönetimi dersi profesörü arasında geçer: Profesör sınıfa girip karşısında duran dünyanın en seçilmiş öğrencilerine kısa bir süre baktıktan sonra, " Bu gün Zaman Yönetimi konusunda deneyle karışık bir sınav yapacağız " dedi. Kürsüye yürüdü, kürsünün altından kocaman bir kavanoz çıkarttı. Arkadan, kürsünün altından bir düzine yumruk büyüklüğünde taş aldı ve taşları büyük bir dikkatle kavanozun içine yerleştirmeye başladı. Kavanozun daha başka taş almayacağına emin olduktan sonra öğrencilerine döndü ve " Bu kavanoz doldu mu? " diye sordu. Öğrenciler hep bir ağızdan " Doldu " diye cevapladılar. Profesör " Öyle mi? " dedi ve kürsünün altına eğilerek bir kova mıcır çıkarttı. Mıcırı kavanozun ağzından yavaş yavaş döktü. Sonra kavanozu sallayarak mıcırın taşların arasına yerleşmesini sağladı. Sonra öğrencilerine dönerek bir kez daha " Bu kavanoz doldu mu? " diye sordu. Bir öğrenci " Dolmadı herhâlde " diye cevap verdi. " Doğru " dedi profesör ve gene kürsünün altına eğilerek bir kova kum aldı ve yavaş yavaş tüm kum taneleri taşlarla mıcırların arasına nüfuz edene kadar döktü. Gene öğrencilerine döndü ve " Bu kavanoz doldu mu? " diye sordu. Tüm sınıftakiler bir ağızdan " Hayır " diye bağırdılar. " Güzel " dedi profesör ve kürsünün altına eğilerek bir sürahi su aldı ve kavanoz ağzına kadar doluncaya dek suyu boşalttı. Sonra öğrencilerine dönerek " Bu deneyin amacı neydi " diye sordu Uyanık bir öğrenci hemen " Zamanımız ne kadar dolu görünürse görünsün, daha ayırabileceğimiz zamanımız mutlaka vardır " diye atladı. Hayır " dedi profesör, " bu deneyin esas anlatmak istediği " Eğer büyük taşları baştan yerleştirmezsen küçükler girdikten sonra büyükleri hiçbir zaman kavanozun içine koyamazsın " gerçeğidir ". Öğrenciler şaşkınlık içinde birbirlerine bakarken profesör devam etti: " Nedir hayatınızdaki büyük taşlar? Çocuklarınız, eşiniz, sevdikleriniz, arkadaşlarınız, eğitiminiz, hayâlleriniz, sağlığınız, bir eser yaratmak, başkalarına faydalı olmak, onlara bir şey öğretmek! Büyük taşlarınız belki bunlardan birisi, belki bir kaçı, belki hepsi Bu aksam uykuya yatmadan önce iyice düşünün ve sizin büyük taşlarınız hangileridir iyi karar verin. Bilin ki büyük taşlarınızı kavanoza ilk olarak yerleştirmezseniz hiç bir zaman bir daha koyamazsınız, o zaman da ne kendinize, ne de çalıştığınız kuruma, ne de ülkenize faydalı olursunuz. Bu da iyi bir iş adamı, gerçekte de, iyi bir adam olamayacağınızı gösterir. Profesör, ders bittiği halde konuşmadan oturan öğrencileri sınıfta bırakarak çıktı...

11 Mayıs 2007 Cuma

BİR UYGUR MASALI

.
...KAMLANÇU ülkesine bahar gelip de kuşlar ötüşmeye başlayınca, ağaçlarda ve yerlerde çiçekler açınca Yüzbaşı Burkay yine o büyük çam ağacının yanına geldi. Parlak bakışlı,ay yüzlü kızı orada gördü. Yüreğine od düştü. Yeryüzü gözüne karanlık oldu.Ona yaklaşıp şöyle Dedi: “Yüzün aya benziyor. Kaşın yaya benziyor. Gözlerin yeşil alası. Saçların arslan yelesi. Yürüyüşün turna gibi. Salınışın suna gibi. Hangi yerden kaynaktansın? Hangi boydan,oymaktansın?”
Parlak bakışlı,ay yüzlü kız bir şey söylemedi.Yalnız gözlerini kaldırarak Burkay’a baktı. Bu bakışla onun kanını kaynattı. Yüreğini Oynattı.İçine od düştü. Yeryüzü gözüne karanlık oldu. Kıza şöyle dedi: “Bakışların ışık mı? Saçların sarmaşık mı? Yıldız mısın,güneş mi? Alev misin,ateş mi? Neden sessiz bakıyorsun? Beni niçin yakıyorsun? Çiçek gibi her bir yanın. Söyle nedir adın,sanın?”
Parlak bakışlı,ay yüzlü kız bir şey söylemedi.Gülümseyerek Burkay’a Baktı.Bu bakışla onun aklını başından aldı.Yüreğini derde saldı.İçine Od düştü.yeryüzü gözüne karanlık oldu.Kıza şöyle dedi: “Beni niçin Üzüyorsun? Gözlerini süzüyorsun. Kirpiklerin paralıyor. Bakışların Yaralıyor. Rengin sanki çiçekten? İster darıl,ister kız. Tek adını söyle kız! "
Parlak bakışlı,ay yüzlü kız gözlerini Burkay’ın gözlerine dikti. Kayalardan dökülen suların,kırlarda esen rüzgarın,ormanda öten Kuşların sesinden daha güzel sesiyle şöyle dedi: “Beşbalık’ta doğdumsa da Karluk kızıyım. Nice erin yüreğinde saklı sızıyım. Yüreğine od düştüyse zorlayıp söndür. Bilen bilir;adım,sanım: Açığma-Kün’dür. Ölmemeyi istiyorsan yaklaşma bana. Belam çoktur,görünmeden dokunur sana..."
Burkay’ın yüreğine od düştü.Yeryüzü gözüne karanlık oldu.İyi Yürekli kişi idi.Tanrı’ya ve insanlara karşı suç işlememişti. Tapınacağa gidip Tanrıya yalvardı;“Tanrım! yüreğimdeki odu Söndür”dedi.
Kırk gün büyük çam ağacının yanına gitti.Her gidişte Açığma- Kün’ü orada gördü.Her gidişte içindeki ateş yalazlandı.Her dönüşte Tapıncakta Tanrı’ya yalvardı. Her yalvarıştan sonra bir daha çam Ağacının yanına gitmemeye karar verdi.Fakat güneşin her yeni Doğuşunda kızın hasretine dayanamadı.Verdiği kararı unutup Çam ağacının yanına geldi.Kızın yeşil ala gözleriyle büyülenip Kendinden geçti.
Kırk birinci gün çam ağacının yanına gelince kızı bulamadı.Gözleri Bulandı.Yüreği yandı.İçi sıkıntıyla doldu.Gün batıncaya kadar bekledi. Açığma-kün gelmeyince onu çam ağacına sordu.Ağaç ah edip ağladı: “Onu ben de bekliyorum.Artık gelip bana yaslanmayacak”dedi. Yaprakları dökülüp kurudu. Uçan bir Akdoğan görüp ona sordu.Akdoğan ah edip ağladı;“Onu ben de bekliyorum.Artık gelip beni koluna almayacak”dedi. Kanatları çırpmaz olup otlara düştü;öldü. Yeşil otlara sordu.Otlar ah edip ağladılar: “Onu biz de bekliyoruz.Artık gelip bizi çiğnemeyecek”dediler.Yanıp duman oldular.
Burkay bezginleşip yerine,yurduna döndü.Açığma-kün’den başka Bir şey düşünmez oldu.Tapıncağa gidip yalvardı olmadı.Ekşi kımız İçip esridi,kar etmedi.Tatlı şarap içip kendinden geçti,fayda vermedi. Kağan savaş açınca o da katıldı.Ölmek için atına zırhsız bindi.Oklar Sağından,solundan uçtu;biri değmedi.Kalkansız,tulgasız vuruştu. Kılıçlar sağından,solundan geçti;biri vurmadı.
Yine yurduna döndü.Açığma-kün’den başka bir şey düşünmez oldu. Benzi sarardı.Hasta olup yatağa düştü.Burkay’ın iyi yürekli bir evdeşi Vardı.Erkeği iyi olsun diye okuyucular,bakıcılar,kamlar,baksılar getirtti. Hiçbir ilaç,hiçbir dua,hiçbir büyü fayda vermedi.Günden güne eridi, Soldu,bitti.Ölecek hale geldi.Bir gece Açığma-kün’ün adını sayıklayınca kadın işi anladı. Bütün Kamlançu’ya adamlar çıkarttı.Kırk gün aradılar,taradılar.Açığma-kün bulunmadı. Bir gün ihtiyar,çirkin bir büyücü kadın geldi. “Bunun derdine ancak Kilimbi çare bulabilir.O şeytanların akıllısıdır”dediBurkay’ı şeytan Kilimbi’ye götürdü. Burkay ona yüreğini açtı.Sevdiği kızı anlattı.”Bana onu verirsen senin ordunda çeri olurum”dedi.Kilimbi başını salladı: “Yüreğin büyük derde girmiş.Kurtulmak zor.Buna çareyi bulsa bulsa şeytanlar başı Madar bulur”dedi. Şeytanlar başı Madar’a gittiler. Burkay ona yüreğini açtı.Sevdiği kızı anlattı. “Bana onu verirsen senin ordunda çeri olurum dedi. Madar,başını salladı. “Gönlünü büyük belaya sokmuşsun”dedi. Burkay’ın içi yandı.Gözü dumanlandı. “Hiçbir çare yok mu?”diye sordu. Madar,başını salladı.Ellerini açtı:”var” dedi. “Eğer evdeşini götürüp Ejderler kağanı Naranta’ya kurban adarsan Açığma-kün’ü Kaybettiğin yerde bulursun.”
Burkay hiç düşünmeden kabul etti.Gözünü sevda bürümüş,kanına çılgınlık yürümüştü.Evdeşini Naranta’ya adak verdi.Naranta,onu öldürüp yedi.Kadın ölürken ellerini göğe kaldırıp beddua etti: “Burkay iyiliğe kemlik ettin. Tanrı seni bedbaht etsin. Kıyamete kadar,dünyaya her gelişinde ruhun ızdırap içinde çalkansın”dedi. Tanrı bu dileği kabul etti.
Burkay,Şeytan Madar’ın dediklerini yaptıktan sonra çam ağacının olduğu yere gitti. Kız gitti diye kuruyan çam yine yeşermişti. Açığma-Kün onun gövdesine yaslanarak duruyordu. Burkay yaklaşıp şöyle dedi: “Nerde kaldın ay bakışlı? Neden gittin inci dişli? Senin için hasta düştüm. Eller gezip dağlar aştım. Artık bana varmazmısın? Derdime em vermezmisin? Gel,benim ol çiçek yüzlüm! İpek saçlım,ışık gözlüm!"
Açığma-kün bir şey demedi.Büyülü gözlerle Burkay’a bakarak gülümsedi.Burkay’ın aklı başından gitti. Az kaldı kımız gibi eriyip akacaktı. Kıza yaklaşarak sıkı sıkı tuttu.Çiçek kokan yüzünü öptü. Onu evine getirip eş edindi. Fakat bununla derdi bitmedi. Açığma-kün’ü her gün biraz daha çok sevdi. Öpmekle doymadı. Sevmekle kanmadı. Uçan kuştan kıskandı. Esintiden yüksündü. “Sen insan değilsin.Peri Kan Katun’sun”dedi. Sevgisi durulmadı. Arzusu kırılmadı. Öpmekle kanmaz oldu. ”Sen Peri Kan Katun değilsin. Tanrı Katun’sun” dedi.
Bir gün ihtiyar,çirkin büyücü kadın yine geldi.”Bunun derdine ancak Madar çare bulabilir”dedi.Birlikte Madar’a gittiler. Madar güldü. “Sen Nızvanı cehennemine düşmüşsün. Eğer o da sana bir defa seni seviyorum derse bundan kurtulursun”dedi. Burkay yurduna döndü. Açığma-Kün’e “Beni seviyormusun?”diye sordu. Kadın,saçlarıyla onu sararak ne soracağını unutturdu. Bir ay geçti. Burkay “Beni seviyormusun?”diye yine sordu. Kadın,kollarıyla onu sıkarak ne soracağını unutturdu. Bir ay daha geçti.Burkay “Beni Seviyormusun?”diye yine sordu. Kadın onu öperek ne soracağını unutturdu. Böylece aylar geçti.Yıllar geçti.Burkay sevgiden çılgına döndü. Izdırap ızdırap üstüne ,keder keder üstüne çekti. Hekimler geldi ilaç bulamadı. Baksılar geldi;çare edemedi. “Seni ancak ölüm kurtarır. Açığma-kün, Tanrı’nın sana bir cezasıdır”dediler. Burkay büyük ızdıraplar içinde öldü. Ölürken yine”Beni seviyor musun?”diye sordu. Kadın onu saçlarıyla sardı,kollarıyla sıktı,öptü. Fakat bir şey demedi. Burkay’ın Öldüğünü görünce gözleri yaşardı.İnci gibi yaşlar aktı. “ Izdırap çekiyorum”diye inledi. Fakat “ben de seni seviyorum “demedi. Burkay ölmekle ızdıraptan kurtulmuş olmadı. Her yıl bahar olup çiçekler açtıkça, Açığma-Kün’ü görüp sevdiği çam ağacının yanında ruhu dolaşıyor. ”Izdırap çekiyorum. Sen de beni seviyormusun?”diye inliyor. O günden bugüne kadar bin yıl geçtiği halde Burkay her bahar orada ağlıyor. Yanında duran Açığma-Kün“Sus sus,ben de ızdırap çekiyorum”diye yanıp yakılıyor. Fakat”Ben de seni seviyorum “demiyor ve yıllar böylece akıp geçiyor...