25 Ekim 2007 Perşembe

Mehdi-Ama aşkı hiç ölmedi !

İstanbul otogarı viyadüklerin çevrelediği bir örümcek ağıdır. Ağlarına yalnız bahtsızlar takılır. Parası olmayanların kaderleri değişmese de yerlerinin değiştiği bir başlangıç, ya da sondur burası. Hele öğlen kalkan ya da öğlen ulaşan otobüslerin yolcusuysanız bu hayata sarılma direncinizin ilk test yeri yine bu otogardır. Öğlen ezanı okunuyordu. Nisandı ama hala kaşkollara sarılmış insanlar, ciğerlerinden çıkan havayı kaşkolun içine üfleyerek ısınmaya çalışıyorlardı. Artvin’e gidecek otobüs yolcuları sigaralarından son bir fırt çekip, otobüsün basamaklarını çıkıyorlardı. Muavin bagaj kapaklarını kapattı, peron görevlisi içerideki yolcuları sayıp, kafasını arka kapıdan uzatıp bağırdı. 22 numara, 22 numara...?. 22 numara yoktu. Tam o sırada bir ambulans yanaştı yan perona. Ambulanstan gözaltına kadar sakallı bir adam indi. Muavine el kol yapıp otobüsü durdurdu. Bagaj var mı dedi ? muavin. Adam yok, ama cenazem var dedi. Muavin yıkıldı. Çünkü ağzına kadar dolu bagajı indirip, tekrar yerleştirmek demekti bu. Peron zili çalıyor ama Artvin otobüsü hala bagajlarını topluyordu. Tabut orta kısma kondu , ambulans sessizce ayrıldı yan perondan. Yolcular cama dayanmış efkarlı gözlerle izliyordu olan biteni. Terden pembeleşmiş yüzüyle muavin adamı buyur etti içeri, otobüs yola düştü. 22 numara yolcusunu merakla süzdü otobüs. Müsaade isteyip yerine oturdu. Yanındaki yolcu merakını kustu hemen, Allah rahmet eylesin, yakının mıydı? Adam düşündü uzun uzun, Mehdi benim neyim oluyor diye. İçini çekip, Kardeşimdi dedi. Otobüs kıpır kıpır denizin üzerinden geçiyordu. Adam içinden, Mehdi, son kez hisset boğazı diye geçirdi. Uzun yol başlıyordu. Adam kitabını açıp okumak istiyordu ama yanındaki yolcu kıpır kıpırdı. Sürekli içleniyor, vah vah çekiyordu. Kaç yaşındaydı? diye sordu yolcu. Adam, Tam olarak bilmiyorum, ama ben yaşlarındaydı Yahu kardeşim diyorsun yaşını bilmiyorsun? diye hayret dolu baktı yolcu. Kardeşim dediysem, öyle değil dedi adam. Ya nasıl dedi yolcu. Uzun bir sohbet başlıyordu, Otobüs İstanbul sınırlarından çıkarken… Mehdi'yi ilk kez hapishanede gardiyanlarla dövüşürken gördüm. Alt koğuşlarda, fraksiyonunun koğuşlarında kalıyordu. Orada kavga çıkınca bizim koğuşa postaladılar. *** fraksiyonu ile bizim koğuşun girişleri ters olduğundan kimse yüzüne bakmadı Mehdi’nin. En dipte benim ranzanın sağ altına yatırdılar onu. Birkaç ay kimseyle konuşmadı. Yemek yaptı, topladı, Havalandırmada yalnız dolaşırdı. Koşuş eğitimlerimize katılmazdı, anlamam öyle şeylerden der kenara çekilirdi. Anladım ki fraksiyoncu filan değil. Bir harita metod defterine gazetelerden resimler kesip yapıştırırdı geceleri. Her koğuş baskınında jandarma o defteri bulur yırtardı. Bizim zulayı bilmediğinden her seferinde yeni defter bulur, bir dahaki baskına kadar çalışmasına devam ederdi. Bir sonraki baskın tiyosu geldiğinde haline acıyıp, defterini bizim zulaya attım. Jandarma direk altını açıp defteri bulamayınca Mehdi hayretler içinde kaldı. Ona aldığımı söylemedim, merak ediyordum çünkü deftere neler yapıştırdığını ? Herhalde karı kız resimleridir, hela için malzeme yapıyordur diye düşünüyordum. Öyle ya Jandarma bulur bulmaz paramparça ediyordu defteri. Işıklar sönünce zuladan çıkardım defteri. Gözlerime inanamamıştım. Koğuşta kimsenin okumayıp bir kenara attığı , ziyaretlerde don, sigara sarılıp getirilen, sandıkların üzerinde gelen ne kadar spor sayfası varsa ayıklanmış, içlerinden ne kadar Beşiktaş ile ilgili haber varsa kesilip bu deftere yapıştırılmıştı. Resimlerin kimilerinin üzerinde domates çekirdeği vardı, kimileri sonradan ütü vurulup düzleştirilmiş buruşukluktaydı. Ama her birinin altında tarihi , önemli yerlerinin altı çizilmişti. İlginç gelmişti bana Mehdi. Bir sabah yoklamasında yanında durdum. Pantolonuma soktuğum defteri arkadan sıkıştırdım eline. Şaşırdı çocuk gibi sevindi. Teşekkür etmek istedi, konuşmadım onunla. Ajan damgası yiyebilirdim koğuşta. Havalandırmada yolumu kesti. Sağol dedi. Sigara tuttum ona. Çömeldik. Kimsin, necisin, ne arıyorsun siyasilerin mahpushanesinde dedim. Vallahi bende bilmiyorum, neci olduğumu dedi Mehdi. Peki anlat o zaman? dedim. Kimseye demek yok ama, söz mü? dedi. Söz dedim. Eylül 80 yılıydı. Malum stad bir tane. Ülke bir savaş yaşıyor ama bizim derdimiz kapalıyı kaptırmama savaşı. Akşamdan yığıldık , sabahlıyoruz kapalının kapısında. Kimimizin koynunda şarap, kiminde emanet, kiminde yarım somun ekmek. Baskın yemeyelim diye üçer üçer erketeye çıkıyoruz Maçka tarafına, Dolmabahçe’ye , spor sergiye. Ben gece üç gibi Maçka’dayım. Motorcular geliyordu aşağıdan. Son seferinde karşıdan grup indirmiş, nümayiş yapacaklarmış dikkat et dediler. Bıçkın delikanlıyız o zamanlar, semtimizde nümayişe tahammülümüz yok elbet. Bir o sokağa dalıyorum, bir bu sokağa derken bir baktım, o grup duvara tezahürat yazıyor. Allah dedim, çektim emaneti üzerlerine yürüdüm. On kişiydiler, dayak yerim ama hiç olmazsa bir ikisini iyileştiririm dedim ama beni görünce öcü görmüş gibi kaçmaya başladılar, bende arkalarından. Meğer benim hemen arkamda Polis varmış, ben onları kovalıyorum, koşuyorum, polis hepimizin arkasından koşuyor. Girdik bir çıkmaz sokağa, çocuklar durdular, elleri havada, ben hala bana teslim oldular diye havalardayım, polis arkadan ışık tutunca uyandım, elimde emanet, kolum havada, megafondan at elindeki silahı diye bağırıyor, ben kala kaldım. İçimden sıçtık şimdi dedim ama yırtarız. Çocuklar bilmem ne örgütünden, ben orada saf saf bir adam, polis minibüsünde Gayrettepe’ye vardık. Nezarete oturduk, geçmiş olsunlaştık. Çocuklar duvara yazı yazacaklarmış meğer, ben onları ne zannettim, güldüm kendi kendime, bir an önce salsalar da maça yetişsem diyorum hala. Nezarette çocuklardan ayrılıp duvara yaslandım, sabah oluyordu, sigara tuttu arkamdan biri. Uzandım aldım, hırsızmış, basılmış evde salak. Durumu anlattım güldü bana. Rakip takımı tutuyormuş, iyi beklememişsin maçı nasılsa koyacaz size dedi. Ağrıma gitti zırtapoz hırsızın lafı, koydum kafayı burnunun üstüne, dağıldı ağzı burnu. Apar topar çıkardılar dışarı. Tehditler savurdu bana. Hadi lan ikile, kodumun hırsızı dedim arkasından. Sabah dokuz gibi sorguya aldılar teker, teker. Sıra bana geldi. Klasik sorgu odası işte. İçim rahat, ifadeyi verip gideceğim maça. Aaa, bir baktım bizim hırsızı da aldılar odaya, oturdu karşımda. Burnu tamponlu, sargı içinde. N'oldu lan yetmedi mi dedim. Koltuğunun altındaki silahı görünce yıkıldım. Sivilmiş meğer, nezaretten laf almaya karışmış , nasıl yedim bu numarayı diye kendi kendime kızdım. Diğer çocukları salmışlar mahkemeye kadar, ama bizim kırık burun davasından memura karşı koyma ve darptan kalakaldık. Maç gitti, ama asıl giden benim hayatımdı. Asker ertesi gün darbe yaptı. Memurun raporuna göre hala ben örgüt üyesi zanlısıydım. Darbenin ilk günlerinde kurulan mahkemelere çıkartıldım. Konuşturmadılar bile. Sonrası o koğuş senin, bu koğuş benim. Her koğuşta derdimi anlattıkça bana ajan muamelesi yaptılar. Bende kimseyle konuşmamaya başladım. Dışarıda hala bizim tribünden avukat çocuklar uğraşıyormuş ama yakalandığım grup çok sivriymiş, çok vukuat varmış , yırtamaz demişler. Bende bir umuttur bekliyorum iki yıldır, ama bu gardiyanlara gıcık oluyorum, ne olduğumu bildiklerinden ne zaman maç kaybetse Beşiktaş abuk sabuk hareket yapıyorlar, bende dalıyorum, sonrası jandarma dayağı , bıktım, ağzımda diş kalmadı Otobüs otobanı bitirmiş, yola döner dönmez, mola vermişti. Yolcuya kalsa hikayenin devamını dinlemek için altına işemeye razıydı. İkide bir vah, vah diyor, yorum yapmak istiyordu. Adam aşağı indi, bir sigara yaktı. Hava soğumaya başlamıştı. Bagaj sıcak mıdır, diye düşündü. Ölüler üşümezdi oysa. Çaylarla birlikte üst üste, hızlı, hızlı sigaralar içildi. Anons yapıldı, otobüs mola yerinden ayrıldı. Meraklı kulaklar dikildi, VCD’de oynayan filmi kimse seyretmez olmuştu. Adam devam etti. Mehdi’nin bir arkadaşı olmuştu artık. Ben. Okumamıştı, ama hayat onu yetiştirmişti. Bize katıl dedim ona. Anlamam o işlerden, sevmem o işleri dedi. Olsun vakit başka türlü geçmez, gel otur akşamları sende tartış bizimle dedim. Koğuş sorumlumuza durumu anlattım. Ajan olabilir dedi. Ben kefil oldum Mehdi’ye. Oturdu o akşam bizimle. Kısmetsiz Mehdi’nin ilk gecesinde okuma yapılacaktı. Zuladan kitaplar çıktı. Herkes harıl harıl okumaya başladı. Yan gözle Mehdi’yi seyrediyordum, okumak ne kelime, kitaba bakmıyordu bile, sonra harita metodunu soktu kitabının arasına, yine kendi dünyasına daldı. Ama onu bekleyen bir sürpriz vardı ki, okunan kitabın bölümü hakkında tartışma yapılacaktı gece yarısı. Okuma bitti. Bölüm bölüm herkes koğuş sorumlusunun sorduğu sorulara yanıt veriyordu. Sıra Mehdi’ye geldi. Ben gözlerimi kapadım, Çıkacak cümbüş ve Mehdi’nin sorumluluğunun bende olduğunu düşünerek başıma gelecekleri düşünüyordum. Koğuş sorumlusu sordu. Mehdi,teoride yenilmek kişi benliğinde ideolojiyi zedeler mi? Ben yer yarılsa da içine girsem diye düşünürken Mehdi gırtlağını temizledi, konuşmaya başladı, kulaklarımı tıkadım. “ Bir harekete taraf olmak, eğer ona aşk ile bağlanmamışsan sana kaçacak çok fırsat bırakır. İnsanın kendi dünyası bencillik üzerine kuruludur. Benlik, bencillikten türemiştir. Teori diye tanımlanan hareket, insanın bencilliğini beslemezse kaybolur gider. İşte insanoğlu harekete saygısını yitirmemek için aşkı doğurmuştur, beyninde aşk olmazsa benlik yada bencillik, teoriyi zorunluluk haline getirir. Teoride yenik düşmek, eğer teorinin insana salgıladığı aşk yoksa yenilmektir. Ben sevdalarıma hiç yenilmedim? “ Sessizlik oldu. Kulaklarımı diktim sessizliğe. Felsefenin temel ilkeleri, bir adamın sözleri karşısında yenik düşmüştü. Işıklar söndü, herkes o gece üretilen teoriyle aşkını koydu teraziye. Birkaç gece geçti. Koğuş sorumlusu Mehdi’yi istedi yanına. Ajan olup olmadığını dışardan sorgulamıştı. Hiçbir kayıt yoktu. Direk sorgu yapacaktı. Havalandırma sırasında ben, Mehdi’yi karşısına oturttu, hikayesini ona da anlattı Mehdi. Peki, sen bunca felsefe kitabıyla boğuşup vardığımız yargıları, bir aşka bağlayıp nasıl sonladın Mehdi ? dedi koğuş sorumlusu. Siz hiç Beşiktaşlı oldunuz mu ? diye cevap verdi Mehdi ve devam etti. Yaşadığımız bu hayatı nasıl yaşayacağımızı biz kitaplardan öğrenmedik veya şu doğrudur diye kimse bize destur vermedi. Hayatı eğrisiyle doğrusuyla yaşadık dibine kadar. Ve bizim yaşadıklarımızın bize gösterdiği doğrular oldu, yeri geldi bizim yanlışlarımızı doğru uygulaması için abi olduk. Bir felsefemiz oldu yalnız yaşanmışlıklardan. Şimdi siz başkalarının hayat deneyimlerinden türettiği felsefe ile değil kendinizinkini , bir ülkenin kaderini çizme yarışına giriyorsunuz. Peki kendinizi, yeteneklerinizi ve harekete olan aşkınızı ne kadar biliyorsunuz. Veya bu coğrafyada yaşayanlar sizin için ne ifade ediyor? diye konuştu Mehdi. Ben yanılmıştım. Üniversiteler okumuştum, kitaplar yutmuştum, makalelerim çıkmıştı dergilerde ama Mehdi’nin Beşiktaşlılık üzerine yaptığı bir yorum bile felsefemizin ne kadar kitaba ve teoriye bağlı olduğunu bana göstermişti. İleriki günlerde Mehdi o bize biraz argo jargonu ile Beşiktaşlılığı anlattı. O zamana kadar sporu, hele hele futbolu küçük burjuva eğlencesi olarak, toplumun afyonu sayan bizler, Beşiktaşlılık felsefesi içinde fanatik bir taraftar olup çıkmıştık. Şimdi anlayabiliyorduk Mehdi’yi, bu kadar bir futbol takımını sevip, maçlardan, seyirden, gazetelerden, radyodan bu kadar uzak kaldığı halde Beşiktaş’ı bu kadar sevebilmesini. Çünkü sahada oynanan oyun değil, taraf olmanın hazzı yakıyordu ve bağlıyordu beynini. 82 yılında duruşmalarımız hızlanmıştı. Kararı çıkan kendi memleketine yakın cezaevine naklini istiyor, orada daha rahat edeceğini düşünüyordu. Mehdi’ye yapışan örgüt davası çok dallanmış, hakkında ağır kararlar çıkar hale gelmişti. Çok idam vardı ve Mehdi hala suçsuzluğunu kanıtlayamıyordu. Bu arada çok uzun yıllardır şampiyon olamayan Beşiktaş şampiyonluğa koşuyordu. Akşam saat yedide herkes haberlere kulak kesmişken Mehdi bir an önce spor haberlerinin gelmesini bekliyordu. Yaza doğru karar çıktı, devlet düzenini değiştirmek amaçlı örgüte üye olmaktan idamı istenmişti Mehdi’nin. Hakim daha önce işlenmiş suçu olmadığından hafifletici sebeplerle cezasını müebbede çevirmişti. Bu tam bir yıkımdı. Mehdi’yi sakinleştirmek için yanına gittim. Zaten sakindi ama hüzünlüydü. Şimdi olacak şey mi bu müebbet. Yani ben bir daha hiç Beşiktaş maçı seyredemeyecek miyim şimdi ? dedi Mehdi ve devam etti. Birde benim sevdiğim vardı biliyor musun. O benim sevdiğimin farkında bile değildi ama ben onu çok severdim, bir veda bile edemedim.Mehdi sevdiği kızı uzun uzun anlattı bana. Yüzünü anlattı, ellerini anlattı, gülüşünü anlattı, bakışlarını anlattı. Beynimde zehirli bir düşünce, o anlatırken, kızın resmini çizmişti gözümün önüne. Söyleyemedim ama bende aşık olmuştum o kıza, Mehdi’nin kızına. Karara çıktıktan sonra temyiz istedi ama nafile. Artık buralarda kalmasının anlamı yoktu. Nakil istedi. Hem de kimselerin tahmin edemediği bir yere, Eskişehir’e. Ki en kötü şartlardaki cezaeviydi o dönemin. Ama Beşiktaş orada oynayacaktı, şampiyon olacağı maçı.. İdare seve seve kabul etti, bir ilk yaz günü elinde bavul, ardında bizleri bırakıp çekip gitti. Giderken sanki mahpusluğa değil, İstanbul’dan Es-es deplasmanına giden çocuklar gibi bir tebessüm vardı yüzünde. Otobüs gece yarısı Samsun otogarına girdi. Uykudan ağırlaşmış gözlerde bir hüzün vardı. Bütün otobüs bu hikayeyi dinler olmuştu artık. Yemekler yenildi otogarın lokantasında, adam hürmet görüyordu ve şoförlerin masasındaydı artık. Biran önce otobüse dönüp Mehdi’yi dinlemek istiyorlardı.Oysa Mehdi bagajda kendi hikayesinden habersiz, öylesine cansız toprağa doğru seyrine devam ediyordu. Sonra ne oldu, görebildiniz mi? diye sordu şoför.Adam kaldığı yerden devam etti. Bizim koğuş az bir ceza ile yırttı bu işten. Üçer beşer yıl yatıp çıkacaktık. Bu sevince birde Beşiktaş’ın Eskişehir’i 3-0 hükmen yenip şampiyon oluşu da eklenince, o gece hem Mehdi’yi anmak, hem de şampiyonluğu kutlamak için eğlence tertip ettik. Bir hafta sonra bende ayrıldım oradan. Bursa hapishanesine sevk oldum, iyi bir yerdi. Ama Eskişehir’den inanılmaz haberler geliyordu. Kıyım vardı, Çok zor haber alabiliyorduk. Mehdi gelen sevklerle iyi haberlerini gönderiyordu, Bir de boncukçuluğa merak sarmış, çakmak kılıfıydı, anahtarlıktı, siyah beyaz hediyeler gönderiyordu bana. Ara sıra mektupta yazıyordu, ama yarısı yırtık, karalanmış ve silinmiş şekilde. Silinmeyen yerlerinde o kızdan bahsediyordu yine.Küçük bir isyan var diye duyduk Eskişehir’de. İçim içimden gitti Mehdi dedim. Bir şey olmamış ama sürmüşler doğuda bir yere, haber gelmedi sonraları. Ben tahliye oldum. Mehdi’yi aramaya koyuldum ama nafile. Eskişehir’deki isyanı o başlatmış. O yüzden gittiği yeri söylemiyorlardı. Avukatlar tuttum, işi kovaladım ama devir bizim devrimiz değildi. Çaresiz İstanbul’a döndüm. içim içimi yiyordu. Mehdi’yi bulamıyordum. Arkadaşlarını buldum, Beşiktaş’ta. Onlarda kovalıyorlardı işi ama nafile. Birden karşıma o çıktı . O kız. Mehdi’nin sevdiği kız, Mehdiyi sordu. Büyülenmiştim. Konuşamadım bir süre. Bir muhallebicide oturduk, uzun uzun anlattım ona olup bitenleri. Ama içimin yağları eriyordu ona baktıkça. Sık görüşmeye başladık, bir süre sonra Mehdi’den çok birbirimiz hakkında konuşmaya başlamıştık. Adam bunları anlatırken bir homurtu oldu otobüste, yapılır mı bu diyordu bir kısmı, diğer yandan niye olmasın diyordu arka taraftakiler. Otobüs Karadeniz’e paralel virajları ala ala, saatler sabaha karşı Vakfıkebir’e ulaşmışlardı.Adam devam etti, Onunla evlendim. Beşiktaş’ta ev tuttuk. Mehdi’den haber yoktu. İşsizdim. Zor geçiniyorduk. Özal zamanına çabuk uymuştu koğuş arkadaşlarım. Reklamcı oldular, gazetelerde yazar oldular, hepsi yolunu buldu. Mehdi geliyordu aklıma ve söyledikleri. Hani o benlik bencilliğe dönmesi, aşkı,sevdası. Nerede kalmıştı o yüce teoriler. Hepsini bir çırpıda silmişti mahpus dostlarım. Çocuğumuz da oldu bu sıkışıklıkta, adını koymakta tereddüt etmedik.Mehdi Onun alışkanlıkları bana geçmişti sanki. Tribün tayfası olmuştum, bir iş buldum sonraları. Kalem katipliği gibi bir şey belediyede. Yıllar geçti, Mehdi’den haber yoktu. Kimileri gördüğüne yemin ediyordu, yeni açıkta. Ama ben görmedim. İzini sürmeyi bıraktım.Yıllar geçti aradan. Bu sene bir maçta yeni açıkta bayrağını siyah beyaza çeviren partililerin arasında görür gibi oldum sanki . Saçları beyazlamış bir adam peşinden koştum, yetişemedim.O muydu, değil miydi, Çok kuşkulandım. Tekrar aklıma düştü.Mehdi. Araştırmaya koyuldum ve buldum onu. Dosyasını çabuk çabuk okudum. Mardin’de, Antep’te, Bingöl’de yatmış. Hastalanmış. Yaralanmış. Önceden suç işlediği maddeler Avrupa Birliği uyum yasalarıyla ortadan kalkmasıyla suçları da ortadan kalkmış, sonrada Rahşan Hanım affından salıverilmiş. Demek doğruymuş, oymuş. Sonra muhtarlıkları dolaşıp kaydını aradım. Bulamadım. Ta ki geçen haftaya kadar. Artvin gözüküyordu ama viraj, viraj, viraj. Ulaşılamayan bir kartal yuvasını andırıyordu Artvin. Adam yorgunluktan kısılan sesi ile bitiriyordu hikayesini. Geçen hafta iki polis geldi evime. Polis gelince bir korku aldı beni , mahpusluktan kalma alışkanlıkla. Bir kağıt tutuşturdular elime. İstinye Devlet hastanesinden çağırıyorlardı beni. Ne için diye sordum, tespit dediler. Ceketimi aldım çıktık. Hastanenin bodrum katına indirdiler beni. Morg odasına bir sorgu açılmış, beyaz bir çarşafın başında bekliyordu morg bekçisi beni. Çarşafı kaldırdı, yatan Mehdi’ydi. Öylesine yaşlanmış , saçları beyaz, mutlu ve ihtiyar ceset yatıyordu sedyede. Başınız sağ olsun, giriş kaydına sizin isminizi yazmış yakını olarak, Kardeşiniz mi?, Allah sabırlar versin? Morg kadar soğumuştu damarlarımdaki kan. Yıllardır aradığım adam karşımdaydı, sarıldım ona çaresiz . Evrakları hazırladılar, işlemleri yaptırdım. Ben ve bir tabut gecenin yarısı baş başa kalmıştık. Doğum yeri gözüme çarptı Mehdi’nin. Artvin. Ertesi gün onu Artvin’e götürüp gömmeye karar verdim. Peki kimi kimsesi kalmamış mı garibin İstanbul da ? dedi muavin. Yok, ölmüş hepsi, eniştesi de devlet memuru olduğundan başım belaya girmesin diye bulaşmadı cenazeye? diye cevap verdi adam. Artvin otogarına girdi otobüs . Omuzlar üzerine alındı Mehdi . Yukarı mahallede bir camiye götürdüler. Otobüs yolcuları cemaat olmuştu. İmam sordu, Nasıl bilirdiniz? Hep bir ağızdan iyi bilirdik sesi yankılandı Yalnız bir kayalık gibi mezarlıkta, kartal yuvasında buluştu toprakla Mehdi. Ama aşkı hiç ölmedi…

22 Ekim 2007 Pazartesi

TÜRKÇE'NİN DELİSİ

TÜRKÇE'NİN DELİSİ BÖYLE OLUNUR! YA DA RAZGRAD’LI ŞÜKRÜ
Geçenlerde 15 yıllık muhitim Ortaköy'de, Mecidiye Camii’nin kıyısında Emirgân’ın şöhretiyle yarışan çay bahçelerinin önünden geçtim. Gezinirken Sözde entelleküel birikimlerle dolu kişilerin oturduğu, Topkapı Sarayı Kız Kulesi manzaralı, bir masaya çağrıldım. Açıklanamayan uçan cisimlerden konuşuyorlardı yine. Sohbet beni hiç sarmadı. Tam kalkıyordum ki bir sesle irkildim.
Ahmet Hikmet’in üzümcüsünün sesi gibiydi ses. Allah'ım o ne güzel Türkçe! Ne bir siyaside yarısını gördüm bu titizliğin, ne camilerde bir hatipte, ne de tiyatrovari şiir okuyan yeni yetmelerde... Baktım 60 yaşlarında yoksulluğun yıpratmak için uğraştığı, fakat pek de bir şey koparamadığı çehresiyle bir adam, yoksul fakat erdemli yüzüyle kartpostal satıyor. Asker kantinlerinde bile tek tük kalmış kartlar bunlar. Hani vardır ya bir asker bir de çok hoş bir kız, bir bankın üzerine oturmuşlar; altında da “sevgili nişanlım vatan hizmetim biter bitmez yanındayım" tarzında yazılar olan... Bayraklı, Atatürk heykelli... İşte öyle kartlar.
Tam adama para yerine alaylı bir nasihat vermeye hazırlandım “Amca bir yanlışlık olmalı buralarda Harry Potter, Örümcek adam, Jurassic Park filan satılır. diyecektim.
Sesi tekrar yükselince niyet ettiğim girişimden dolayı utandım. Sattığı maldan o kadar emin bir büyük tüccarın edası, kendine güvenin granitten heykeli gizliydi seste. Sahibine mıknatıs gibi çekti beni. Masadaki sohbet tam da orta yaşlı bir bayanın okyanusu transatlantikle geçerken lombozdan gördüğü ufoyu anlatmasına gelmişti. Bunu hep anlatırdı. Ben duyduğum o büyülü sese kapıldım:
-Türk bayrağı resimleri getirdim almak istemez miydiniz?
-Türk askerinin resimleri var bir bakmaz mısınız?
-Sevgili Türk çocukları! Bakın arkadaşlarınıza gönderirsiniz. Uludağ manzarası. Hem de Bursa Kültür parkın resmi var! Bakın dört tane resim var üzerinde, dördü de güzel!
Hemen gittim en albenisiz gelenlerinden bir on tane aldım, daha gösterişlilerini başkalarına satsın diye. Maksadım bey amcayla konuşmak. Ben konuşup lafa tutarken yevmiyesinden olmasın diye. Sonra masaya getirdim biraz da sürükleyerek.
-Bey amca sen bu Türkçe eğitimini nerde aldın? Diye sordum.
-Ben Türkçe öğretmeniyim.
Nerelisin amca?
-Türk aleminin, Bulgaristan eyaletinin Razgrad şehrinden. Bana Razgrad’lı Şükrü derler .
Kırçıl kaşları, seyrelmiş saçlarıyla iyice yaklaştı yanımıza. ısrar edip Bir çay ısmarlayabildim. Masadaki ufo sohbeti de katloldu tabii. Herkes bana ve Razgrad’lı Şükrü'ye kötü kötü baktı masada. Bana bir işportacıyla muhatap olduğum için, Razgrad’lı Şükrü’ye de (türkilizce tabirle) masanın karizmasını çizdirdiği için.
Razgrad’lı Şükrü yüksek sesle konuşuyor fakat sesi bütün iyi öğretmenlerimizin en arka sıralara ulaştırmaya çalıştığı mübarek seslerinden daha mübarek, daha vokalli daha canlı. Çay bahçesinin bütün masaları dinliyor, dinlemek zorunda kalıyor o mübarek sesi. Razgrad’lı Şükrü tam da kendi çok sevdiği mallarını bol bol alan kendisi gibi bir müşteri bulduğuna seviniyor. Ben de bir on tane daha satın alıyorum kartpostallardan. Türkçe'yi bu kadar güzel konuşan bu coşkun kişiyi tanımaya çalışıyorum.
-Razgrad’lı Şükrü bu kartpostalları alanlar var mı?
-Kıymetini bilenler alıyorlar be yav!
-Sen öğretmenim demiştin burada mı orda mı?
-Yok be! Hapse tıktılar Türkçe öğrediyom diye... 15 yıl Bulgaristan'da öğretmenlik yaptım. Sonra da bir o kadar da burda. İki tarafta da yarım yani!
-Yaş haddinden emekli olsaydın Türkiye'de...
-Bir yılın daha var dediler. Milli eğitimden sordum.
-Gel senin yaşını büyültelim tek celsede. Emekli ol!
Razgrad’lı Şükrü bana selam verdiğine pişman olmuş gibi baktı. Kaşlarını çattı. Kartpostalları kafama atmasına ramak kaldı. Ben de hakikaten korktum. Masum bir insana hakaret etmiş kadar pişman oldum.
-Sen ne diyosun be yav! Devletim bana bekle diyorsa beklerim bir sene!
-Fakat sen zaten toplam otuz yıl yapmışsın vazife.
-Olsun o başka bu başka!
-Peki çoluk çocuk nerde? Bulgaristan'da mı burda mı?
-A be zindanda yattım, çileler çektim. Kim evlenir benimle? Nasıl evleneyim. Evlenmeye fırsatım olmadı benim.
-Peki nerde kalıyorsun?
-Gültepe'de bir otelde...
-Kazancını ne yapıyorsun?
-Para biriktirebilirsem Rodoplar’a giderim. Pomaklar çok iyi Müslüman insanlar. Onlara Türkçe öğredirim. Hepsi meraklı Türkçe öğrenmeye... Yolumu gözlerler benim. Çat pat da öğrenmişler Türk radyolarını dinleye dinleye. Yazmayı da öğretiyorum. Bu kartpostallar da çok kıymetli orda.
-Bundan sonra evlenirsin, pomak kızları güzel olur.
Yüzünde o çok evlenmek isteyip de bir türlü evlenememiş insanların hasreti yandı söndü. Bizans tarihlerinde fiziki özellikleri hayranlıkla anlatılan ışık düşmüş saman sarısı gibi ak pak saçlı, ince ve uzun vücutlu Kuman Türkleri’ni andıran Pomak kızları, canlandı gözümde.
-Bizden geçti artık.
- Kısmet diyeceksin.
- Doğru kısmet! Balkanlarda aşk kutsaldır. Bir aşk başladığında cümle alem onların mutluluğuna katkıda bulunmak için yarışır.
- Peki sana şimdilik bir işyerinin misafirhanesinde yatacak bir yer bulalım. Sahibi de memnun olur. Ben sana böyle bir yer ayarlarım. İstediğin kadar kalırsın! Sen yine kartpostal sat, ama yattığın yere para verme.
- Olmaz be! Ne tadı kalır ki o zaman? Çalışıyorum ben! Hem de geziyorum yurdumu! Ne tadı kalır o zaman!
Ben de kızıyorum bu sırada...
-Be Razgrad’lı Şükrü, emekli yapalım derim olmazsın. Yatacak yer bulurum. Ne tadı var bedelini ödemeden barınmanın dersin. Bütün bunlar olsa da sen Rodoplar'da daha çok öğretsen Türkçe'yi...
-Olmaz be yav! Ben zaten öğretiyorum. Kimin var böyle mesleği? Nerde var böyle iş? Bak hem geziyorum, hem para kazanıyorum. Hürriyetim var elimde ya! Sen de git Rodoplara! Yazık o insanlara sen de Türkçe öğret!
O mırıldanır gibi bana eğilip konuşurken göçmen şivesiyle be yav diyor fakat yüksek sesle konuştuğu zaman Muharrem Ergin’den diksiyon, Osman Sertkaya’dan dil, Mehmet Çavuşoğlu’ndan şiir dersi almış bahtiyar talebeler kadar pürüzsüz Istanbul aksanıyla, Ankara radyosu titizliğiyle konuşuyor..
Razgrad’lı Şükrü kalkacak oluyor. Biraz daha kartpostal almak istiyorum fakat cebimde para az. Mehmet Akif'in “Seyfi Baba” ‘sı aklıma geliyor.
"Ya hamiyetim olmasaydı, ya param olsaydı!
“Dur” diyorum “otur, bana adresini telefonunu ver” Adres Gültepe'de bir otel. Telefonunu vermiyor. “Odada telefon yok mu” diyorum. “Var ama ben elimi sürmem.” “Niye” diyorum. Türkçe ile ilgili konuşmalar yapmış Bulgaristan'da, dinlenmiş telefonu, yıllarca zindanda yatmış. “Burası Türkiye burda öyle şeyler olmaz” diyorum ama o bir daha elini telefona sürmemeye yeminli olduğunu söylüyor. O konuda takıntı oluşmuş, anlıyorum. Sonra cebin! den kurşun kalemle kendi yaptığı Türk Dünyası haritasını çıkarıyor. Rodoplar, Üsküp, Kafkasya, hepsi var.
- Bak burada söylüyorum ben Razgrad’lı Şükrü... Bir gün Türk Dünyası büyük kurultayı Bulgaristan'da yapılacak. Bulgarlar öğrenecek Türkleri ve onlar da Türk olduklarını hatırlayacaklar!
1989’dan sonra Bulgar bilginlerinin bu konudaki çalışmalarından örnekler veriyor. Şiirler söylüyoruz karşılıklı... Hiç kimse dinlemiyormuş gibi özgür, bütün memleket dinliyormuş gibi özenli. Bir ara coşkunlukla boş bulunuyorum:
- Ben Türkçe'nin aşığı Yunus Emre'dir sanıyordum, yalnızca... Sen çağımızın Yunus Emre'sisin!
- A be zaten ben Razgrad'ın Yunus Abdal köyündenim. diyor.
Ne söylesek uyuyor. Neredeye akraba çıkacağız.
Razgrad’lı Şükrü kalkıyor masadan, ben de birlikte kalkıyorum. Cebimdeki bütün parayı usülünce veriyorum fakat biliyorum ki bu para onun birkaç günlük masrafını karşılamaz. Koluna giriyorum ufocuların şaşkın ve aşağılayan bakışları altında diğer çay bahçelerine doğru yürüyorum. Bir yandan da tanıdık bir göz arıyorum. Hemen alıp da cebine sokuşturayım diye. Razgrad’lı Şükrü Mişon kalfa’nın iskelenin karşısında 150 yıl önce Mecideye camii yapılırken çaldığı malzemeyle diktiği rivayet edilen, yıkılmaya yüz tutmuş heybetli binanın kara gölgesine karışıp gidiyor.
Mişon Kalfa’nın Amerika’daki torunlarının gözden çıkardığı sahipsiz kalmış bu mülk, hakkındaki söylentileri bilip de bakınca bana on beş yıldır bembeyaz güzelim caminin kara lekeli ikinci gölgesi gibi gelirdi.
Kondakçı Metin de ortalarda yok. Onunla bir keresinde benzer durumdaki birine birlikte yardım etmiştik. Mehmet Aslantuğ da evlendikten sonra seyrek gelir oldu.
***
Razgrad’lı Şükrü tıpkı Balkan güneşi altında yalım yalım yanarak Varna açıklarından geçip, Istanbul’a doğru kuğu gibi süzülen, dokunsa Nazım Hikmet’in elini yakacak bir vapur gibi endişesiz ve asude gidiyor. Ortaköy; Forsa Koca Memiş’in tutsaklık adası gibi yabancı seslerle örülmüş geliyor bana. Refik Halit’in eskicisinin minicik Hasan’ı, Filistin çöllerinde ardında bırakıp gittiği gibi gür sesini ve erdemlerini toplamış, kendisine ve Türkçe’sine hayran bıraktırarak, boğazıma ıpıl ıpıl kaynağı belirsiz sızıları, diken gibi çakıp gidiyor.
***
Gurbette insana para ile sağlık gerek. İkisi de zayıf Şükrü de. Keşke çok parası olsa... Rodopların demir gibi gürbüz havasında bol bol gezse, daha çok Türkçe öğretse mübarek Pomaklar’a, Türkçe’ye hasret insanlara, daha çok şiir okusa böyle gezerken... Bunun için parası olsa ne güzel olurdu! Hem de Türkiye'de para ile sattığı kartpostalları Pomaklara bedava götürüp dağıtırmış. Birkaç balya fazla götürse... Hastalanırsa ilaç alsa... Uzun yaşasa... Allah benim ömrümden alıp onun ömrüne katsa! Şu bir yılı ölmeden geçirse! Türkiye'den emekli olsa! Belki evlenir uygun bir hanımla...
Her gün yüz kişiyle selamlaştığımız Ortaköy'de şöyle birkaç kuruş borç alacak, böyle anlarda bankamatik kesilen yüce gönüllü dostlar yok! Ömer Çalışkan, Apaçi Çetin, Son yıllarda kasket çiğnemeye başlayan kebapçı Aliihsan yok!
***
Bendeki bu telaş niye? Ömrümde ne gezginciler gördüm ben! Şebinkarahisar'a, Çemişkesek'e camii yaptırmak isteyen, makbuzlarla gezen ak sakallı adamlara ne paralar verdim! Mostar köprüsünde bir taş misali benim de olsun isterdim uzak diyarlarda bir tuğla, bir taş, bir sütunluk hatıram. Ortaköy iskelesinde sızıp kalmış Can Yücel'i, kayıkcıyı evinden uyandırıp karşıya Kuzguncuğ’a gönderdim kaç sefer. Gurbete gelip de iş bulamamış vahşi kapitalizm kurbanlarının elinden tuttum. Ne deliler gördüm ben her türden. İslamcı deliler, Sosyalist deliler, sarhoşlar. Türkçe'nin delisini hiç görmemiştim.
İşte Türkçe'nin delisi böyle oluyormuş meğer! Öyle olunmaz böyle olunurmuş!
1997’lere ait bu hatıra, gündelik olaylardan herhangi biri gibi kimseye anlatılmadan yüreğimde saklanmış. Durdum durdum da bir yerde rastladığım Kırşehir Belediye Başkanı Metin'e anlattım yıllar sonra bu anıyı. dağ gibi Metin, bu minicik hatıranın bir yerinde sarsıldı “benim aslım Razgrad'ın Yunus Abdal köyünden” diye... Ben de şimdi ağlıyorum. İnternet kahvesinde çevremdekilere aldırmadan ve hiç utanmadan, bir ilkokul çocuğu gibi iplik iplik ağlıyorum. Neye gelmiştim ve bu satırları niye yazdım. Kimim ben neyin ve ne yaptım Türkçe için. Kendi kendime diyorum ki Türkçe'nin delisi öyle olmaz işte böyle olunur.
***
Eğer sizler güzel, pürüzsüz, eğitimli sesiyle sokaklarda kimilerimiz için çoktan modası geçmiş bayraklı, askerli, nişanlılı resimlerle dolu kartpostallar satan birini görürseniz, ondan hiç olmazsa cebinizdeki bozukluklara acımayıp bir kartpostal mutlaka alın. Çünkü o olsa olsa bizim Razgrad’lı Şükrü'dür. Rodoplardaki fütühatı için ona kumanya lazımdır. Bana göründüğü gibi, size de mutlaka uğrayacaktır. Cebindeki kurşun kalemle kendi çizdiği haritalarıyla birlikte Türkçe'nin delisi nasıl olunur gösterecektir. Size!
Ya da yalancı gündelik işler beni bağlamasa, Razgrad'da, Rodoplar'da Gültepe'de Şükrü'yü şıp diye bulurdum. Onun o kartpostallarda bulduğu yüce anlamları ben de bakıp bakıp bulmaya çalışıp, mübarek yükünü taşıyarak, gezdiği mavi zirveli Rodop dağlarının gelin duvağı gibi bulutları altında, kudurmuş yeşillikler arasında unutulmuş köylerin un serpilmiş gibi tozlu yollarına karışırdım.
Orhan Seyfi ŞİRİN

17 Eylül 2007 Pazartesi

Atomlar ve madde



EĞER BİR ELMAYI dünya kadar büyütebilmek mümkün olsaydı, bu büyüklükle orantılı olarak, elmayı oluşturan her bir atom, futbol topu büyüklüğüne gelecekti. İşte o zaman onlardan bir tanesini elimize alır, evirir çevirir ve atom hakkında merak ettiğimiz her şeyi öğrenebilirdik değil mi?. Yok hayır! Bu kadar basit değil. Maalesef, dünya kadar büyük bir elmanın, futbol topu kadar büyük atomları bile, onlar hakkında yeterince bilgi edinmemiz için hâlâ daha çok küçüktür. Eğer atom çekirdeğini görmek istiyorsak, atomu futbol topu kadar değil de, bir futbol sahası kadar büyütmemiz gerekir. İşte o zaman çekirdek, ortada bir futbol topu kadar dururken onun 1000 metre kadar uzağında dönüp duran elektronlardan herhangi birisi ancak ancak bir bilye büyüklüğüne gelir. Şimdi bu örneği en küçük atom olarak bilinen Hidrojen atomuna uygulayalım. Eğer Hidrojen atomunun çekirdeği bir futbol topu (artık elmadan hiç bahsetmiyorum, hayaline güvenenler onun büyüklüğünü aşağı yukarı tahmin edip, samanyolunda müsait herhangi bir yere koyabilirler) kadar büyürse, atomun kendisi 2000 metre çapında bir küre olarak karşımıza çıkar. Eminim dikkatinizi çekmiştir, maddenin temel yapı taşı olarak bilinen atomun kendi yapısı mutlak yoğunlukta bir madde değil. Tam tersine çekirdek ve elektronlar arasındaki devasa alan, bildiğimiz mânâda hiçbir ‘madde’ barındırmamaktadır. Ve eğer bir atomu tamamen çekirdeği ile doldurmaya kalksak 1015 tane çekirdeğe ihtiyacımız olacaktır. Bu kısaca şu anlama geliyor: Eğer, maddî varlığımızı oluşturan atomların parçacıkları arasındaki mesafeler kapatılacak olsa, bir insan şu anki boyutundan tam yüzbin kez küçülmüş olur. Bu bir iğnenin ucundan da küçük bir şey demektir. Yaklaşık olarak milimetrenin binde biri gibi mikroskobik bir şey. İsterseniz yeryüzünde yaşayan tüm insanların mutlak yoğunlukta madde olarak kapladıkları yeri de hesaplayabilirsiniz. Bunun için ortalama bir insanın ağırlığını (60 kg) atom çekirdeğinin yoğunluğu ile (1015g/cm3) çarpmanız yeterli olur. Ortaya çıkan miktar 1cm3 bile etmeyecektir. Hiç boşluğu kalmamış tamamen çekirdekten oluşan bu kütlenin hacminin azalması elbette kütlesini değiştirmeyecektir. 1cm3 kadarı neredeyse bir milyar ton çeker. “Eğer çevremizdeki her şey ve hatta insanlar bile büyük çoğunluğu boşluktan oluşan atomlardan ibaretse, gerçekte maddesel yapımız bu kadar az ise, neden kapalı kapılardan, duvarlardan çizgi roman kahramanları gibi geçip gidemiyoruz? Maddeleri katı ve sert yapan nedir?” Aslında bu soruyu cevaplandırmak hiç de kolay değildir. Bu soruyu kuantum teorisinin ortaya koyduğu gerçeklerle düşündüğümüzde bu basit soruyu son derece karmaşık bir dizi cevaplar silsilesi karşılayabilir ancak. Elektronların atom gibi küçük bir mekana sıkıştırılmaları olağanüstü büyüklükte bir hız kazanımına yol açar. Normal bir elektron, atom içinde saniyede yaklaşık 1000 km gibi bir hızla hareket eder. Bu olağanüstü hız sonunda, atom katı ve sert bir kütle görünümüne bürünür. Bunu eski model uçakların pervanelerinin, hızla dönerken yuvarlak ve tam bir katı yüzeymiş gibi görünmesine benzetebiliriz. ••• Elektronların hiç bir parçacığın yapamayacağı şekilde, iki deliği olan bir engelden, ikisinden de aynı anda geçebilmesi gibi özellikler ilim adamlarını şaşırtmakta ışın-dalga özelliğinden de öte metafizik konuları gündeme getirmektedir. Elektron gibi atom altı taneciklerin ışın-dalga özellikleri değil, tanecik yapıları da madde anlayışıyla tamamıyla çelişen bir durum ortaya koymaktadır. Elektronların tanecik yapısına bakarak tanecik yapının katı madde özelliği olduğunu zannetmiyelim. Kuantum mekaniğinin bulgularına göre aslında parçacık denen şey de, dinamik bir etki, ya da hareketten ibaret kalan bir şey. Parçacıklar enerjiden oluşturulabildikleri gibi, tamamen enerjiye de çevrilebiliyor. Yani kısaca söylersek yaşadığımız dünyada “temel parçacık”, “maddî öz” ya da “yalıtılmış nesne” gibi klâsik kavramlar artık bir tarafa bırakılıyor. Ne varki madde anlayışımızdaki bu değişiklikler gördüklerimizin ve nesnelerin bir hayâldan ibaret olduğu anlamına da gelmez. Ortaya çıkan gerçek, zannedildiğinin aksine madde taneciklerinin kendilerinin sabit hakikatlarının bulunmadığı, bağımsız bir öz olmadığıdır. Arkada hükmeden “Kudrete” “etki mekanizması” adını takmak da problemi çözmemektedir. Madde ve hatta enerji ve mânâ diye görünen ve yansıyan ne varsa, ona ne ad verirsek verelim, Yok’u var eden bir Yaratıcının İlahî isimlerinin tecellisinden başkası olmamaktadır. Konuyu anlamamıza yardımcı olması bakımından şöyle bir misal verebiliriz: Bir gölge oyununu düşünün, ışık kaynağının bir miktar uzağında bulunan perdede, seyircilerin gördüğü, ‘asıl’ değildir. Asıl olan ya perdenin arkasında ya da ışık kaynağının önünde duran başka bir cisimdir. Görünen, o cismin kendisinin ve hareketlerinin yansımasıdır. Eğer gölge oyununun mantığını bilmiyorsak, perdede görünenin asıl olduğuna hükmedebiliriz. Oysa perdedeki yansıma ‘var’ olmakla birlikte, varlığı kendinden ve gerçek bir varlık değildir. Bu misalde olduğu gibi madde de, ‘var’ olmakla birlikte varlığı ve ‘var kalabilmesi’ kendinden değildir. ••• Yeni çağın bilimlerinden Kuantum fiziği, atomaltı dünyaya inerek, oradaki gerçek durumu, içinde yaşadığımız kâinatı oluşturan zerrelerin dünyasının bildiğimiz dünyadan çok farklı olduğunu keşfetti. Buna göre birbirinden ayrı ve farklı duran elektron gibi atom parçacıkları, aslında birbiriyle alâkalı ve bağlı; bölünmez dinamik bir bütünlük içinde bulunuyordu. Atom tanecikleri birbirinden çok uzak olsalar da sebep-sonuç zinciri olmaksızın birbirine bağlıdıydılar. Örneğin, elektron en-boy-derinlik gibi hiç bir ölçümlemeğe gelmeyen bildiğimiz objelere benzemeyen bir tavır sergiliyordu. Yani elektronu, çekirdeğin etrafında dolaşan minicik bir küre gibi düşünmüyoruz artık. Bunlar aslında maddeyle bağdaşmayan bir takım özellikler... Elektronun hem ‘dalga’ hem de ‘tanecik’ özelliği göstermesi bir takım garip sırlara da anahtar olmaya başladı. Evet elektronun dalga özelliği sergilediğinden şüphe yok.. Elektronu kapalı bir televizyon ekranına yöneltirseniz küçük ışık noktası elde edersiniz. Bu onun parçacık özelliğindendir. Aynı zamanda enerji bulutu şeklinde uzayda dağılan bir dalga gibi de davranır. Elektronların “dalga yapısının” gündeme getirdiği bir konu daha var: Mademki atomu meydana getiren tanecikler dalga özelliği gösteriyorlar. Onların oluşturduğu makro sistemlerin ve topyekün cisimlerin ‘özel şartlarda’ kendilerini meydana getiren elektronlar gibi ‘dalga’ yahut ‘ışın yapısı’, sergileyip sergilemeyeceğidir. Bu soru bizi çok ilginç neticelere götürüyor: “eşyanın görünmez olması” “zaman ve mekanda yolculuk” ve “ışınlanma” gibi konuları bilimin gündemine sokmaktadır. Nitekim yoğun manyetik ortamlar gibi bazı özel şartlarda söz konusu durumların işaretleri elde edilmiştir. ••• Newton fiziği, maddenin katı ve sert olduğu gerçeğinden yola çıkıyordu. Bu ilk bakışta da son bakışta da doğru gözüküyordu elbette. Dokunduğumuz herşey, duvarlar, ağaçlar, eşyalar.. Herşey maddenin katı ve sert halini gösteriyordu. Oysa göz değil de bir elekton mikroskopuyla baktığımızda orada gördüğümüz şey, %99 boşluk %1 ışıktan ibaretti. Küçücük bir ışık kaynağını karanlık bir odada hızla çevirsek, ışıktan bir çember oluştururuz. Bu ışık kaynağına ikincisini, üçüncüsünü hatta bir dördüncüsünü ilave edip bunları ışıktan küreler oluşturacak şekilde hareket ettirsek uzaktan bakan birisi karanlık içinde ışıktan bir çember değil bir küre görecektir. Bu kürelerin sayısını artıracak olursak ta, üç boyutlu bir madde modeli oluşturmuş oluruz. İşte kuantum fiziğine göre yaşadığımız kâinattaki madde, kabaca bu örnekteki gibidir. Kısaca, madde, bilardo topları gibi katı taneciklerin bir araya gelmesinden oluşmamaktadır. Gözlerimizin gördüğü herşey, ağaçlar, kuşlar, bulutlar, çiçekler, başka insanlar.. Var’lıklarını maddenin—bizim muhatap olduğumuz—katı gerçekliğinden almadığına göre, onları yok’tan Var Eden’in, ve her ân hareket halinde tutan Yaratıcı’nın kudretinden ve isimlerinden alırlar. Kısaca varlık, yoktan var edilmiş olmakla birlikte, her an varedilmeye devam etmektedir.


Prof. Dr. Osman Çakmak

30 Ağustos 2007 Perşembe

ZİHNİN DOĞASI

Zihinsel güçlerimiz: İnsan, doğanın kendisine bahşettiği zihinsel güçlere sahiptir. Bu güçleri doğru kullandığında ona “akıllı”, aklını hızlı kullandığında ona “zeki” denir. Aklın bir diğer tanımı olaylar arasında bağ kurabilme yeteneğidir. Zekânın doğrudan bir tanımı yoktur, ancak göstergeleri vardır; aklını kullanabilme becerisi veya aklını kullanabildiği kadar zekâsı olduğu kabul edilir. İnsanın zihinsel güçlerini konuşma-dil, matematik, resim, müzik ve bedensel hareket olarak beş temel yeteneğe ayırabiliriz. Bunlar doğuştan getirilir. Her bir yetenek diğeriyle birlikte vardır ve diğerleriyle iç içedir. Zekâ bunların hepsine birden kumanda eder; zekâ tektir, diğerleri yetenektir. Doğada hiçbir canlının mutlak özgürlüğü yoktur. Tüm varlıkların birbirine olan bağımlılıkları ve iç içe oluşları insan doğasında da karşımıza çıkar. İnsan, doğanın devamı ve kopyasıdır. Bu nedenle insanın ve zihnin doğasını tanımlarken doğadan örneklendirmek doğru bir yaklaşım olacaktır. Zihinsel güçlerimizin birbiriyle olan ilişkisini açıklarken doğa kuralları bize yardımcı olur. Ağaç ile orman ilişkisi çok belirgin örnektir. Ağaç tek başına vardır, ancak orman varsa ağaç vardır. Tek başına bir ağaç kendini yaşatmaya yetmez, hayatın zorluklarına direnemez, havayı nemlendirip bulutları getirmeye gücü yetmez, tür oluşturmaz vb. İnsan da tek başına vardır ama toplum içinde vardır. Söz konusu çocuk ve onun eğitimi ise onun sosyal varlık olduğu çok daha önem kazanır; onun tek başına hayatı göğüslemesi çok daha uzun ve zahmetli bir süreci gerektirmektedir. Bahçemde iş yaparken doğa kurallarını rayına oturtmak için bunları yaptığımı düşünürüm. Çiçekleri basmasın diye otları ayıklarım, birbirinin güneşini kesen dalları budarım, düzenli sularım, toprağı eşeler havalandırırım vb. Bu eylemlerin güzel sanatlarla benzerliğini düşünürüm. Çiçeklerim daha canlı açarken ben de güzel duygularla beslenirim, yeniden can bulurum, hayata daha güçlü olarak devam ederim, yaşam enerjisiyle dolarım; onlara verdiğim can dönüp bana ulaşır. Onları koklarken, tazeliğini içime çekerken, onlara dokunurken ruhumun yüceldiğini hissederim; güzel sanatların işlevi de zaten bu değil midir? Bunları yaparken bedenimi kullanırım, bedensel hareket gücüm artar, zindeleşirim. Bahçemizdeki çiçeklerin serpilip büyümesi için nasıl ki belli bir çaba harcamak isterse, insanın zihinsel güçlerini geliştirmek için de onları beslemek, emek vermek ister. Bu eğitimdir. Çiçeği kendi başına bırakmak onu ayrık otlarının basmasına, susuz ve güneşsiz kalmalarına fırsat vermek demektir. Çocuk için de böyledir. Öyleyse zihnin doğasını bilmek eğitimcilerin işlerini doğru yapmaları için ön koşul olmak durumundadır. Günümüzde çocuklar her gün daha fazla şiddet içeren film izlemekte ve şiddet içeren bilgisayar oyunları oynamaktadır. Şiddet oyunları oynamanın insan beynini şiddete koşullandırdığı, beyinde bu devreleri güçlendirdiği, benzer bir durum karşısında saldırgan tepki verme yönünde eğittiği artık bilinmektedir. Çocuğun beynine şiddet tohumu ekilmesi ve bu tohumların her gün beslenmesi insanoğlunun doğasıyla oynamaktır. Benzer şekilde her gün pop müzik / kirli müzik bombardımanı altında olan çocuklarımızın beynini ayrık otları kaplamaktadır. Şiddet ve kirlilik tohumlarının yerleştiği bir beyinde zihinsel güçlerin ve yeteneklerin zayıflaması kaçınılmazdır. Sosyal yaşamları bozulan bakterilerin yaşamadığı gibi, uygun koşullar yaratılmazsa bir canlının bir başka ortamda yaşayamayacağı gibi zihnin doğası bozulduğunda zihinsel güçlerin yok olma riski hep vardır. Eğitimin insan doğasına uygunluğu: Bilinen tanımların dışında bir yaklaşımla “Eğitim doğuştan getirdiğimiz zihinsel güçlerin desteklenmesi eylemidir “ diyebiliriz. Hedefi, çocuğun kendini güçlendirmesi ve hayatın zorluklarını akıllıca aşması için onu hayata hazırlamaktır. Yani eğitimin merkezinde hayatın değiştirilmesi vardır, yani çocuğun yaratıcılığını kullanabilmesi, aklını kullanabilmesi vardır. Yani çocuk doğuştan getirdiği tüm yetenekleri güçlendirmeli, onları tanımalı, onları koordineli bir şekilde kullanabilmeli ve onlara kumanda edebilmelidir. Bu noktada yeteneklerine kumanda edebilme gücüne zekâ demekte bir sakınca yoktur. Değişik alanlar arasında bağ kurabilme gücü arttıkça çocuğun zekâsı da artacaktır. Bu bağlamda eğitim, çocuğun temel alanlarda bilgi ve beceriyle donatılması etkinliğidir de denilebilir. Toprağın canlandırılması ile doğanın yeşermesi arasında olan ilişki gibi, çocuğun zihninin canlandırılması ile zihinsel faaliyet göstermesi arasında ilişki vardır. Toprağın canlanması için uyaranlara ihtiyacı vardır, zihnin canlanması için de uyaranlara ihtiyacı vardır. Bu uyaranları hazırlama ve bunları zihnin yeşermesine varan yola güzelce yerleştirme işi bir sanattır ve o sanatın adı öğretmenliktir. Eğitimin bilinen bir tanımında şöyle der; “Hayat problem çözme sürecidir, eğitim bu problemleri çözmek için vardır”. Bu tanımda “hayat” ve “problem çözme”, doğru bir sunumla, birlikte yer almaktadır. 36 yıllık müzik öğretmenliğim boyunca öğrencilerime şunu vermeye çalıştım; “Hayat problem çözme sürecidir ve güzel sanatlar bu problemlerin arasında soluk aldığımız, yeniden güç kazandığımız anlardır.” Kimi veliler bilmeden bir doğruyu söyler; “ Çocuğumuz müzik / resim / beden eğitimi dersinde bir nefes alıyor. Sınıf öğretmeni bu dersi neden yapmıyor?” Veliler, sınıf öğretmenine bir sitem olarak bu eleştiriyi yapmakta haklıdırlar. Bu derslerin insanın ve zihnin doğasıyla ilişkisini bilmeden öğretmen olunuyorsa burada öğretmen yetiştirmede de bir eksiklik var demektir. Eğitim sistemindeki bir yanlışın göstergesi olarak, hayatta başarılı olmakla okulda başarılı olmak çoğu zaman farklı şeyler olarak karşımıza çıkabilmektedir. Aklını kullanma, zihinsel güçlerini geliştirmeyle doğru orantılı bir şekilde problemlerin üstesinden gelme başarısıdır. Eğer okulda verilen eğitim, başarıyı Amerikan eğitim sisteminin dünyaya pazarladığı ezberci test sistemi ile ölçüyorsa, daha baştan yanlış yola girilmiş demektir. Temel derslerin bir kısmı test çözmeye ayrılıyorsa, öğretmen çocuğun testteki puanlarını kendi başarısı olarak görüyorsa, bu öğretmenin kendisi sınıfta kalmış demektir. İnsan, bedenini kullanmadan aklını kullanabilme özelliğinde değildir, ikisi birbiriyle sürekli bağlantı halindedir; akıldan geçeni beden yapar, bedenin yaptığını akıl belleğe kaydeder, bu bilgiyi ileride yeniden kullanmaya hazır tutar. Olaylar arasında bağ kurabilme, yani aklın kullanılması, belleğe kaydedilmiş bu bilgilerin sentezlenerek yeniden eyleme dönüştürülmesi işlemidir. Zihnin bütünselliğini gözeterek bunu temel alan eğitim sistemlerinin yerine parçalı zihin teorisini temel alan eğitim modelinin belli bir merkezden dünyaya adeta dayatılmakta olduğu 2000’li yıllar, eğitim tarihinde ilkel topluma dönüş yılları olarak ve insanın doğasını bozan yıllar olarak anılacaktır. Bu tehlikeli süreci 30 yıldan beri yaşamakta olduğumuz içindir zihnin doğasını ve eğitim kurallarını yeniden dillendirmek gereği duyulmaktadır. Dengeli Beslenme - Dengeli Eğitim Gelişim çağında temel besinlerden bir kısmını hiç almamış olan bir çocuk fiziksel olarak bunun acı sonuçlarıyla karşılaşır. Benzer şekilde, temel eğitimde bazı dersleri hiç almamış olan çocuk da bunun acı sonuçlarını görür. Dengeli beslenme, temel besinlerin tüm çeşitlerinden belli miktarda ve belli sıklıkta (ritmik) alınmasıyla doğru orantılıdır. Benzer şekilde temel derslerin de belli miktarda ve belli sıklıkta alınması gerekir. Buna “dengeli eğitim” diyebiliriz. Dengeli eğitim, çocuğun zihinsel güçlerini eşit ve dengeli bir şekilde geliştirmeyi hedefler. Temel dersler, çocuğun zihinsel, fiziksel ve ruhsal gelişimine cevap veren matematik, dil (konuşma-okuma-yazma), resim, müzik ve beden eğitimi dersleridir. Bu dersler çocuğun olmazsa olmazlarıdır. Bu derslerin doğayla bağını kurmaya çalışalım: Evrende yaşamın devamı onun ritmik hareketine bağlıdır. Etrafımızda belli bir ana ritme bağlı alt ritimler yumağı vardır, biz insanlar bu ritimler yumağının bir noktasında ortaya çıkmışızdır. Bir ritmin durduğu yerde ona bağlı tüm alt ritimlerin yaşamı biter. Bütün bilimler evrendeki yaşamın ritmik kurallarını araştırmak için vardır ve bilimsel çabalarla bu ritmik dengenin devamı için öneriler geliştirilir. Bu ritmi durdurmaya yönelik, yani doğanın dengesini bozmaya yönelik yapılan işler insanlığa aykırı işler olarak kabul edilir, reddedilir ve yasal önlemler alınır. Çünkü doğanın dengesi bozulduğunda neler olacağı bilinmektedir. Çünkü doğa, ritmini yok edeni yok eder. Bu kural doğanın değişmez kuralıdır. Bilimsel araştırmalarda ulaşılan sonuçlar bir doğa kuralı olarak bir yere not düşülür, bu notlar artık kullanılmaya hazır bilgilerdir. Bu notlardan biri de şudur; “İnsan beyni ritmik olmayan şeyleri algılayamama özelliğindedir.” Düz cümleye çevirirsek, insan beyni ritmik olan şeyleri algılayabilme özelliğindedir. Somut bir örnek; çarpım tablosu bir ritim tablosudur. Dünyamızdan örnek verelim; dünyanın kendi etrafında dönüş hareketini gözleyerek “bir gün 24 saattir” diye bir saptama yapılmış ise, bu her gün dünya 24 saatlik bir ritimle dönüyor demektir. Bu saptamadan sonra insanoğlu ertesi güne ve sonraki günlere ait varsayımlar, hesaplar, matematikler yapabilmektedir. Eğer bir gün 25 saat, öbür gün 30 saat olsaydı burada yaşam olmazdı. Bir kerecik olsun bu ritim bozulursa dünyada yaşam biter ve buna bağlı tüm diğer alt ritimler ve yaşamlar da biter. Demek ki hareket yaşamın temelidir ve hareketin ritmik olması da onun devamı için zorunludur. Zihnin doğasında ritmik olan şeyleri algılayabilme özelliği varsa bunun güçlendirilmesi, beslenmesi gerekir. İşte bu noktada ritim eğitimini doğrudan veren müzik ve beden eğitimi dersleri temel ders olmak durumundadır. Bu nedenledir ki ilköğretimin genel amaçları içerisinde “Ritim duygusunu geliştirme” maddesi yer alır. Evrende hareketin ritmik olması bir başka şeyi daha beraberinde getirir; DENGE. Hareket-Ritim-Denge: Evrendeki hareket-ritim-denge üçlemesi tüm alanların ortak paydasıdır. Bu üçlemenin olağanüstü uyumu, insana, insanın beğenilerine kadar her şeye şekil verir. Güzel dediğimiz şey gerçekte içindeki bu üçlemenin varlığı kadar güzeldir. İnsanoğlu bu üçlemeyi sezme yeteneğine sahiptir. Sanat eğitimi dersleri bu sezgiyi güçlendirmeye yönelik derslerdir. İnsan bedeni ve yaşamı için dengenin ne anlama geldiği matematiksel olarak da karşılığını bulmaktadır; bir denklem iki tarafın dengelenmesiyle sonuçlanır. Drama eğitimcileri ısınma çalışmalarının içerisine bilerek denge hareketleri koyarlar; çünkü insan, bedenini dengede tutabildiği ölçüde yaşantısını kolaylaştırabilir. Sağlıklı yaşamın temelinde denge vardır; omurların dizilişi, başın boyun üzerinde duruşu, doğru oturuş, kasların doğru çalıştırılması vb ısınma çalışmaları hep denge kazanmak içindir. Denge eğitimi beden eğitimi dersinin alanına doğrudan girmektedir. Dengesini bulamayan bir beden ritmik hareket edemeyecektir, ritmik hareket etmedikçe denge kurulamayacaktır. Bu, evrendeki hareket-ritim-denge üçlemesiyle örtüşen bir durumdur. Halk danslarını hareket-ritim-denge açısından ele aldığımızda mükemmel sonuçları görülür. Yoga gibi bazı bireysel beden çalıştırma teknikleri de denge hareketleri üzerine kurulmuştur. Bunlara spor denilmez, bunlar yarışma için yapılmayan kültür fizik hareketleridir. Bu tür kültür fizik hareketlerinin felsefesinde “denge insanı mutlu eden şeydir” ifadesi geçer. Müzikte denge dil ile doğrudan bağlantılıdır; şarkılar, hecelerin uzunluk-kısalıklarının matematiksel toplamları eşit olan ölçülerle yapılır. Vuruş sayıları denk müzik cümleleri defalarca yinelenir, bu sırada binlerce kez ritmik nabız atışları beyne nakşedilir ki bu da ritmik algılamayı besleyen en güçlü eğitim olmaktadır. Müzik-Dil-Matematik bağlantısı bilinen en güçlü zihinsel bağlantılardır. Dildeki ritim, ezginin ayakları üstünde dengede durmasını sağlarken, aynı sözün anlamını kendi ses telleri aracılığıyla ezgileyerek dışa vurmak ve bu yolla iletişim kurmak zihinsel faaliyetin en üst noktada gerçekleştiği anlardır. Şarkı söylemenin bir diğer özelliği de insana yücelme duygusu tattırmasıdır ki iyileştirici yanı kuşkusuz ağır basar. Yücelme duygusunu insana yaşatmak kadar eğitimin başka ne amacı olabilir ki! Birlikte şarkı söylemekse, insan beynini kirlilikten ve ayrık otlarından temizleyen en büyük arındırıcı etkinliktir. Keza bir müzik aleti çalmak, bedeni dengeli tutmayı, iki eli bağlantılı ve dengeli çalıştırmayı ve tüm duyuları birlikte çalıştırmayı beraberinde getirdiği için bütünsel bir zihinsel faaliyettir. Bir çalgıya kumanda etmek keza otokontrol geliştiren ve iyileştirici yanı olan bir durumdur. İnsanoğlunun kendini insanlaştırma serüveninde müziğin ve diğer sanatların yeri bu kadar açıkken sanat eğitimi derslerini temel ders olarak düşünmemek insanın kendine saygısını yitirmesi anlamına gelir. Temel derslerin doğayla ve zihnin doğasıyla bağlantısı: Evrendeki ritmin; sayılarla ifadesi MATEMATİK, konuşarak ifadesi DİL, seslerle ifadesi MÜZİK, çizim ve renklerle ifadesi RESİM, bedensel hareketle ifadesi BEDEN EĞİTİMİ derslerinin alanını belirler. Bu dersler insanın doğayla uyumundan ortaya çıkmış alanlardır; her biri diğerini besler, birinin geliştirilmesiyle diğeri de gelişir, birinin eksik kalmasıyla diğerleri olumsuz etkilenir. Hepsi de insanın doğuştan getirdiği yeteneklerdir. Matematik ne kadar yetenekse müzik de o kadar yetenektir, dil de o kadar yetenektir, resim de… Matematik dersi alan bir çocuk nasıl ki matematik profesörü olacak demek değilse, müzik dersi alan bir çocuk da müzisyen olacak demek değildir. Dil dersi alan bir çocuk nasıl ki romancı, şair, yazar olacak demek değilse, resim eğitimi alan bir çocuk ressam, beden eğitimi dersi alan bir çocuk da sporcu olacak demek değildir. Bütün bu dersler çocuğun doğal temel gereksinimleridir. Bu derslerin ortasında bunların bileşeni olan bir ders daha vardır ki adı HAYAT BİLGİSİ dersidir. Tüm dersler çocuğu hayata güçlü bir şekilde hazırlamak içindir. Çocuk Hayat Bilgisi dersinde okulda aldığı bilgilerin hayatla bağını kurar, olaylar arasında bağ kurmayı öğrenir, kendini gelecek yaşantısına hazırlar. (Bu noktada, gelecek yaşantıdan kastedilen şeyin yalnızca para kazanmak üzere yapılan iş hayatının olmadığı, tüm yaşam süreçlerini kapsadığı bilinmelidir.) Temel derslerin doğayla ve zihnin doğasıyla bağını kurmaya resim dersiyle devam edelim. Daha beş yaşındayken çocuk eline kalemi aldığında bir şeyin resmini çizmeye çalışır. Demek ki çocuğun doğasında resim yapmak var. Peki çocuk bu resmi yaparken zihinsel olarak hangi işlemleri gerçekleştirmektedir, bunu analiz edelim: 1. Büyük bir nesneyi küçülterek kâğıda aktarmaktadır; mühendisin matematik bilgisiyle ve alet kullanarak çizdiği projeyi o bilmeden zihinsel matematik yaparak küçültmüş, zihinsel orantı kullanmıştır. 2. Ayrıntıyı gözlemiş ve gözlemini kâğıda indirmiştir. 3. Beyin kas koordinasyonu kurmuş, eline kumanda etmiştir ve tamamen kendi gücüyle bir işi başarmıştır. 4. Uzun, kısa, ne kadar uzun, ne kadar kısa, yuvarlak, kare, dik, üçgen, silindir, yatık, eğri, düz, geniş, dar açı, geniş açı, oran, simetri vb tüm geometrik ve mantıksal işlemi zihinsel olarak yapmış ve bunu somut olarak göstermiştir. 5. Çocuğun beynine ekilen resim kültürü sayesinde ileride bu kültürün üzerine ekilecek fen bilgilerini onun beyni orada tutmaya hazır hale gelir. Çünkü bilgi, uygun kültür ortamı olmadan zihinde kök salamamaktadır. Tıpkı tohum-toprak ilişkisi gibi; sert bir zemine ekilen tohum toprağa karışamaz, orada kök salamaz. Toprağın havalandırılmış olması, kültür, tohum için ön koşuldur. Resim dersinin temeli çizimdir; ressamlık eğitimi sırasında buna desen denilmektedir. Çizimin renklerle yapılması resim sanatıdır, renkler ise doğanın bir başka uyumunu içselleştirmektir ki doğadaki uyum insana huzur verir. Doğadaki dengeyi resimle ifade etmek insanın iç dengesini bulmasına zemin hazırlar, hayatı anlamlı ve keyifli hale getirir. Çocuğu hayattan zevk alır hale getirmek onun ileride yaşayacağı problemlerinin üstesinden gelmesine en büyük yardımdır. Çünkü hayatı güzelleştirmek hayatı kolaylaştırmanın, problemlerin üstesinden gelmenin yoludur. Zihnin doğası nasıl bozulur Dünyamızın hızla kirlendiği bir dönemde doğa nasıl ki acımasızca yok ediliyorsa, doğanın dengelerine insan eliyle nasıl ki müdahale ediliyorsa, aynı şekilde zihnin doğasına da insan eliyle acımasızca müdahale edilmektedir. Bir yandan genetiğiyle oynanmış yiyeceklerle insanın beslenme şekli değiştirilirken buna paralel olarak zihnin doğasına aykırı biçimde eğitim sistemleri değiştirilmektedir. Bu konuda metropol ülkelerde bir hayli mesafe kat edilmiştir. Aynı eğitim programı paketler halinde diğer ülkelere gönderilmektedir. Eğitim sistemine müdahale çok sistematik bir şekilde gün gün birer maddesi kamuoyuna açıklanarak uygulanmaktadır. Her bir açıklama bir sonrakini gözden uzak tutmak üzere ustaca hazırlanmış görünmektedir. Kimsenin itiraz edemeyeceği şekilde, iyi bir şeymiş gibi yaldızlı ambalaj içerisinde sunulmaktadır. Tüm insanlığın önüne konulan bu ilkel eğitim programında belli yanlışlardan yola çıkılmaktadır: a- İlk adım zihnin parçalı olduğunu savunmakla başlıyor; “Multiple intelligence / Parçalı zekâ”. Her bir yeteneğin ayrı bir zekâ olduğunu söyler. b- Duyuları parçalar ve her çocuğun farklı öğrenme stili olduğunu söyler. Duyuların bütünselliğini yok eder. Örneğin, gördüğü ile işittiğinin arasında zihinsel bağ kurmayı engeller. c-Dersleri parçalar ve her çocuk tek bir alanda başarılı olabilirmiş gibi daha dokuz yaşındayken ders seçme başlatır. Derslerin birbiriyle bağı ve hayatla bağı kopartılır. Ayrıca bu yolla eğitimde birlik bozulur, belli bir konuda ortak fikrin oluşması engellenir. d- Okul dışındaki kurslarda öğrenmeye yönlendirir, bunu “yerel olanaklardan yararlanma / Konstraktif yaklaşım” adı altında getirir. Okul eğitim kurumu olmaktan çıkartılır, okulun içini boşaltılır. Bu yolla çocuğun hiç bir sosyal grubun üyesi olmasına fırsat vermez, çocuk yalnızlaştırılır. e- Öğretmeni eğitimin plânlayıcısı olmaktan uzaklaştırır. Bilgisayarı öğrenmenin en etkili aracı kabul eder. f- Temel dersler kendi içinde parçalara bölünerek seçmeli ders çeşidi çoğaltılır; temel derslerin bütünselliği yok edilir. g-Getirilen sözde seçmeli dersler paket programlar halinde belli dönemlere ayrılarak bir daha parçalanır; eğitimde süreklilik ve ritmik tekrar kuralı bir daha çiğnenir. Böylece temel dersler hem dikey hem de yatay olarak iki kere bölünür. h- “Az bilgi iyidir” diyerek temel derslerin içi bir daha boşaltılır. Fen bilimlerine temel oluşturan, fen bilimleri kültürünü eken üniteler ayıklanır, atılır. Tarih bilinci oluşturulmaz; birbiriyle bağlantısız olaylar üstelik tarihsel sıralama yapılmadan verilir. i- Başlangıç eğitiminde okuma yazma öğretilirken harften öğrenme yaptırılır; tümden gelim pedagojisi kaldırılır. Konuşarak okula gelen çocuk kekelettirilir, böylece hızlı okuma engellenir, harfleri görmeye çalışmaktan sözcüğün anlamı kaybettirilir. Dildeki akış, matematik, ritim ve duygu yükü (ezgiye karşılıktır) yok edilir. j- Yabancı dil öğrenme ana dilden daha önemli hale getirilir, kendi ana dilinde düşünme ve zihinsel faaliyet yavaşlatılır. k- Her çocuk bir alanda başarılı olabilir diyerek daha dokuz yaşındaki bir çocuğun örneğin seçtiği bir spor dalında üniversiteye kadar gidebilmesi için diğer derslerin hiç birinde başarılı olması istenmez. Böylece çocuğun olaylar arasında bağ kurabilme gücü iyice zayıflatılır. l- “Çocuk bireydir” der. Çocuk çocuk olarak kabul etmez. Kaldı ki birey olmak, bağımsız karar verebilmeyle ve empati kurabilme olgunluğuna erişmeyle ilgili bir durumdur. Bütün bunlardan sonra çocuğun eline verilen diploma boş bir kâğıt parçası olacaktır ve ancak üniversitede yüksek lisans yapma şansı bulabilen az sayıdaki çocuk (elit tabakanın çocukları için okullar zinciri getirilir) bir iş sahibi olabilecektir. Şimdi önümüze bir müfredat programı geliyor ve orada diyor ki: - “Çocuğa soralım neyi öğrenmek istiyor?” Ne yiyeceğini çocuğa soralım mı? - “Bazı dersler yetenek-ilgi-istek dersidir, çocuk bunların içinden seçsin.” Tahıl, sebze, meyve, et ve sütten oluşan temel gıdaların bir grubunu isteğe bağlı yiyecekler diye ayırmak olur mu? - “Seçtiği çalgı dersini 3 ay alsın, sonraki 3 ay görsel sanatlar dersi alsın.” Çocuğa 3 ay peynir, sonraki 3 ay da yumurta verilir mi? Yumurtanın da genetiğiyle oynanmış, içinde ne olduğunu bilmiyoruz. Çünkü görsel sanatların ne olduğunu bilmiyoruz. (Bu ders resim dersinin yerine getirildi; bilgisayarda animasyon yoluyla yapılmış insansız filmler için teknisyen yetiştiren güya sanat dersi. Elektro müzik ne kadar müzik dersi ise, görsel sanatlar da o kadar resim dersidir. ) - “Bilgisayar dersini seçen çocuk sanat ve spor etkinliklerine katılmak zorunda değildir.” Çocuğun önüne çikolata koyup diğer yemekleri yemesen de olur denir mi? - “Çocuk bireydir, kendisiyle ilgili kararları kendisi almalıdır.” Hangi besinlerle beslenmesi gerektiğini çocuk nasıl bilebilir? Bu beslenmeyle sağlam çocuğun beden sağlığını ne kadar koruyabilirsek, bu eğitimle onun zihinsel sağlığını da o kadar koruyabiliriz. Şimdi soruları değiştirelim: Kötü beslenmenin çocuğunuzda açtığı zararları fark ettikten sonra ne kadar sürede bunu düzeltebileceğinizi düşünürsünüz? Bu şekilde bozulmuş bir sağlığın dengesini yeniden bulması sizce kaç yıl sürer? Diyelim ki sağlıklı doğmuş bebeğinizi bir doktora danışarak büyütüyorsunuz ve o size yukarıdaki beslenmeyi öneriyor, ne yapardınız? Aynı tepkiyi zihin sağlığı yerinde doğmuş çocuğunuza yukarıdaki eğitimi vermek isteyen eğitimcilere de gösterir miydiniz? Doğanın bozulan dengesini bulması sizce kaç yüz yılın işidir? Doğası bozulmuş bir zihnin yeniden dengesini bulması sizce kaç yıl sürer? Son soru: ZİHNİN DOĞASI BOZULSUN MU? Çocuklar çiçeklerimizdir, onların eğitimi biz yetişkinlerin işidir. Onlar tek başlarına neyin kendisi için daha iyi olduğuna karar veremezler. Onların doğasını bilecek ve doğasını bozmadan onlara bu desteği vereceğiz. M.Morgül Müzik ve Drama Eğitimcisi Not: Makale, yazarın "Milli Eğitimde Emperyalist Kuşatma" (Otopsi Yayınları) kitabından alınmış bir bölümdür.

12 Mayıs 2007 Cumartesi

Barometre

"Bir gökdelenin yüksekliğini barometre ile nasil bulursunuz, anlatınız." (Bu soru Kopenhag'daki bir Üniversitenin fizik sınavından alınmıştır) Öğrencilerden birinin cevabı: "Barometrenin ucuna bir ip bağlarsınız. Sonra gökdelenin tepesinden asıp sallarsiniz. Barometre yere değdiğinde ipin boyuyla barometrenin boyunun toplamı gökdelenin yüksekliğini verecektir." Bu oldukça orijinal cevap hocayı çileden çıkartmağa yetti ve öğrenci dersten kaldı. Öğrenci, cevabının doğruluğu konusunda itirazda bulundu ve Üniversite durumu çözmek icin başka bir hoca gonderdi. Bu noktada öğrenci hakkında ne düşünürdünüz? Sizin kararınız ne olurdu? Kalmalı mı, geçmeli mi? Yeni hoca, cevabın aslında doğru olduğuna fakat kayda değer bir fizik bilgisinin varlığını göstermediğine karar verdi. Sorunu çözmek üzere; Öğrencinin en azından bir temel fizik bilgisi olup olmadığını anlamak için ona altı dakika vererek sorunun sözlü cevabını vermesi kararını aldı. İlk beş dakika, genç sessizliğe gömüldü. Alnı düşünceden kırış kırış olmuştu. Hoca, zamanın tükenmekte olduğunu hatırlattığında genç, çeşitli cevaplarının olduğunu fakat hangisini kullanacağına karar veremediğini söyledi. Tekrar acele etmesi tavsiye edilince genç şöyle cevapladı: "İlk olarak, barometreyi gökdelenin tepesine çıkartıp kenarından aşağı bırakıp, yere inene kadar geçen süreyi ölçersiniz. Binanın yüksekliği (h=0,5 x g x t kare) formülü uygulanarak hesaplanabilir. Fakat, barometre için kötü bir seçim..." "Veya güneş parlıyorsa, barometrenin yüksekliğini ölçersiniz. Sonra onu bir yere dikip, gölge uzunluğunu ve daha sonra da gökdelenin gölge uzunluğunu ölçersiniz. Bundan sonrası, basit bir orantıyı çözmek olacaktır." "Fakat, bu konuda gök bilimsel bir cevap istiyorsanız, barometrenin ucuna bir sicim bağlayıp, onu bir sarkaç gibi sallandırabilirsiniz; önce yer seviyesinde, daha sonra da gökdelenin tepesinde. Yüksekliği T=2pi kare kvk (I /g)formülündeki farktan yararlanarak bulabilirsiniz." "Yahut, gökdelenin dışarısında bir yangın çıkış merdiveni varsa barometreyi bir cetvel gibi kullanarak yukarıya çıkarken gökdelenin boyunu, barometre yüksekliği biriminden sayıp, bunları toplayabilirsiniz." "Eğer, ille de sıkıcı ve ortodoks olmak istiyorsanız, tabii ki, barometre ile gökdelenin tepesindeki ve yer seviyesindeki basıncı ölçer, milibar cinsinden çıkan farkı uzunluk ölçüsüne çevirebilir ve yüksekliği bulursunuz." "Ancak, bizler daima zihnin bağımsızlığı ve bilimsel metodlar kullanma konusunda teşvik edildiğimiz içindir ki, en iyi yol şüphesiz hademenin kapısını çalmak ve yeni bir barometre isteyip istemediğini sorarak gökdelenin yüksekliğini söylemesi durumunda ona bu barometreyi vereceğimizi söylemek olurdu." Şimdi, genci dinledikten sonra hâlâ aynı şeyi mi düşünüyorsunuz? Geçmeli mi, kalmalı mı? Öğrencinin adı: Niels Bohr, Fizik'te nobel ödülü kazanan tek Danimarkalı.

BÜYÜK TAŞLAR !

Aşağıda okuyacağınız gerçek hikâye Kellog Business School'da (Northwestern Üniversitesi) İş İdaresi mastır öğrencileri ile Zaman Yönetimi dersi profesörü arasında geçer: Profesör sınıfa girip karşısında duran dünyanın en seçilmiş öğrencilerine kısa bir süre baktıktan sonra, " Bu gün Zaman Yönetimi konusunda deneyle karışık bir sınav yapacağız " dedi. Kürsüye yürüdü, kürsünün altından kocaman bir kavanoz çıkarttı. Arkadan, kürsünün altından bir düzine yumruk büyüklüğünde taş aldı ve taşları büyük bir dikkatle kavanozun içine yerleştirmeye başladı. Kavanozun daha başka taş almayacağına emin olduktan sonra öğrencilerine döndü ve " Bu kavanoz doldu mu? " diye sordu. Öğrenciler hep bir ağızdan " Doldu " diye cevapladılar. Profesör " Öyle mi? " dedi ve kürsünün altına eğilerek bir kova mıcır çıkarttı. Mıcırı kavanozun ağzından yavaş yavaş döktü. Sonra kavanozu sallayarak mıcırın taşların arasına yerleşmesini sağladı. Sonra öğrencilerine dönerek bir kez daha " Bu kavanoz doldu mu? " diye sordu. Bir öğrenci " Dolmadı herhâlde " diye cevap verdi. " Doğru " dedi profesör ve gene kürsünün altına eğilerek bir kova kum aldı ve yavaş yavaş tüm kum taneleri taşlarla mıcırların arasına nüfuz edene kadar döktü. Gene öğrencilerine döndü ve " Bu kavanoz doldu mu? " diye sordu. Tüm sınıftakiler bir ağızdan " Hayır " diye bağırdılar. " Güzel " dedi profesör ve kürsünün altına eğilerek bir sürahi su aldı ve kavanoz ağzına kadar doluncaya dek suyu boşalttı. Sonra öğrencilerine dönerek " Bu deneyin amacı neydi " diye sordu Uyanık bir öğrenci hemen " Zamanımız ne kadar dolu görünürse görünsün, daha ayırabileceğimiz zamanımız mutlaka vardır " diye atladı. Hayır " dedi profesör, " bu deneyin esas anlatmak istediği " Eğer büyük taşları baştan yerleştirmezsen küçükler girdikten sonra büyükleri hiçbir zaman kavanozun içine koyamazsın " gerçeğidir ". Öğrenciler şaşkınlık içinde birbirlerine bakarken profesör devam etti: " Nedir hayatınızdaki büyük taşlar? Çocuklarınız, eşiniz, sevdikleriniz, arkadaşlarınız, eğitiminiz, hayâlleriniz, sağlığınız, bir eser yaratmak, başkalarına faydalı olmak, onlara bir şey öğretmek! Büyük taşlarınız belki bunlardan birisi, belki bir kaçı, belki hepsi Bu aksam uykuya yatmadan önce iyice düşünün ve sizin büyük taşlarınız hangileridir iyi karar verin. Bilin ki büyük taşlarınızı kavanoza ilk olarak yerleştirmezseniz hiç bir zaman bir daha koyamazsınız, o zaman da ne kendinize, ne de çalıştığınız kuruma, ne de ülkenize faydalı olursunuz. Bu da iyi bir iş adamı, gerçekte de, iyi bir adam olamayacağınızı gösterir. Profesör, ders bittiği halde konuşmadan oturan öğrencileri sınıfta bırakarak çıktı...

11 Mayıs 2007 Cuma

BİR UYGUR MASALI

.
...KAMLANÇU ülkesine bahar gelip de kuşlar ötüşmeye başlayınca, ağaçlarda ve yerlerde çiçekler açınca Yüzbaşı Burkay yine o büyük çam ağacının yanına geldi. Parlak bakışlı,ay yüzlü kızı orada gördü. Yüreğine od düştü. Yeryüzü gözüne karanlık oldu.Ona yaklaşıp şöyle Dedi: “Yüzün aya benziyor. Kaşın yaya benziyor. Gözlerin yeşil alası. Saçların arslan yelesi. Yürüyüşün turna gibi. Salınışın suna gibi. Hangi yerden kaynaktansın? Hangi boydan,oymaktansın?”
Parlak bakışlı,ay yüzlü kız bir şey söylemedi.Yalnız gözlerini kaldırarak Burkay’a baktı. Bu bakışla onun kanını kaynattı. Yüreğini Oynattı.İçine od düştü. Yeryüzü gözüne karanlık oldu. Kıza şöyle dedi: “Bakışların ışık mı? Saçların sarmaşık mı? Yıldız mısın,güneş mi? Alev misin,ateş mi? Neden sessiz bakıyorsun? Beni niçin yakıyorsun? Çiçek gibi her bir yanın. Söyle nedir adın,sanın?”
Parlak bakışlı,ay yüzlü kız bir şey söylemedi.Gülümseyerek Burkay’a Baktı.Bu bakışla onun aklını başından aldı.Yüreğini derde saldı.İçine Od düştü.yeryüzü gözüne karanlık oldu.Kıza şöyle dedi: “Beni niçin Üzüyorsun? Gözlerini süzüyorsun. Kirpiklerin paralıyor. Bakışların Yaralıyor. Rengin sanki çiçekten? İster darıl,ister kız. Tek adını söyle kız! "
Parlak bakışlı,ay yüzlü kız gözlerini Burkay’ın gözlerine dikti. Kayalardan dökülen suların,kırlarda esen rüzgarın,ormanda öten Kuşların sesinden daha güzel sesiyle şöyle dedi: “Beşbalık’ta doğdumsa da Karluk kızıyım. Nice erin yüreğinde saklı sızıyım. Yüreğine od düştüyse zorlayıp söndür. Bilen bilir;adım,sanım: Açığma-Kün’dür. Ölmemeyi istiyorsan yaklaşma bana. Belam çoktur,görünmeden dokunur sana..."
Burkay’ın yüreğine od düştü.Yeryüzü gözüne karanlık oldu.İyi Yürekli kişi idi.Tanrı’ya ve insanlara karşı suç işlememişti. Tapınacağa gidip Tanrıya yalvardı;“Tanrım! yüreğimdeki odu Söndür”dedi.
Kırk gün büyük çam ağacının yanına gitti.Her gidişte Açığma- Kün’ü orada gördü.Her gidişte içindeki ateş yalazlandı.Her dönüşte Tapıncakta Tanrı’ya yalvardı. Her yalvarıştan sonra bir daha çam Ağacının yanına gitmemeye karar verdi.Fakat güneşin her yeni Doğuşunda kızın hasretine dayanamadı.Verdiği kararı unutup Çam ağacının yanına geldi.Kızın yeşil ala gözleriyle büyülenip Kendinden geçti.
Kırk birinci gün çam ağacının yanına gelince kızı bulamadı.Gözleri Bulandı.Yüreği yandı.İçi sıkıntıyla doldu.Gün batıncaya kadar bekledi. Açığma-kün gelmeyince onu çam ağacına sordu.Ağaç ah edip ağladı: “Onu ben de bekliyorum.Artık gelip bana yaslanmayacak”dedi. Yaprakları dökülüp kurudu. Uçan bir Akdoğan görüp ona sordu.Akdoğan ah edip ağladı;“Onu ben de bekliyorum.Artık gelip beni koluna almayacak”dedi. Kanatları çırpmaz olup otlara düştü;öldü. Yeşil otlara sordu.Otlar ah edip ağladılar: “Onu biz de bekliyoruz.Artık gelip bizi çiğnemeyecek”dediler.Yanıp duman oldular.
Burkay bezginleşip yerine,yurduna döndü.Açığma-kün’den başka Bir şey düşünmez oldu.Tapıncağa gidip yalvardı olmadı.Ekşi kımız İçip esridi,kar etmedi.Tatlı şarap içip kendinden geçti,fayda vermedi. Kağan savaş açınca o da katıldı.Ölmek için atına zırhsız bindi.Oklar Sağından,solundan uçtu;biri değmedi.Kalkansız,tulgasız vuruştu. Kılıçlar sağından,solundan geçti;biri vurmadı.
Yine yurduna döndü.Açığma-kün’den başka bir şey düşünmez oldu. Benzi sarardı.Hasta olup yatağa düştü.Burkay’ın iyi yürekli bir evdeşi Vardı.Erkeği iyi olsun diye okuyucular,bakıcılar,kamlar,baksılar getirtti. Hiçbir ilaç,hiçbir dua,hiçbir büyü fayda vermedi.Günden güne eridi, Soldu,bitti.Ölecek hale geldi.Bir gece Açığma-kün’ün adını sayıklayınca kadın işi anladı. Bütün Kamlançu’ya adamlar çıkarttı.Kırk gün aradılar,taradılar.Açığma-kün bulunmadı. Bir gün ihtiyar,çirkin bir büyücü kadın geldi. “Bunun derdine ancak Kilimbi çare bulabilir.O şeytanların akıllısıdır”dediBurkay’ı şeytan Kilimbi’ye götürdü. Burkay ona yüreğini açtı.Sevdiği kızı anlattı.”Bana onu verirsen senin ordunda çeri olurum”dedi.Kilimbi başını salladı: “Yüreğin büyük derde girmiş.Kurtulmak zor.Buna çareyi bulsa bulsa şeytanlar başı Madar bulur”dedi. Şeytanlar başı Madar’a gittiler. Burkay ona yüreğini açtı.Sevdiği kızı anlattı. “Bana onu verirsen senin ordunda çeri olurum dedi. Madar,başını salladı. “Gönlünü büyük belaya sokmuşsun”dedi. Burkay’ın içi yandı.Gözü dumanlandı. “Hiçbir çare yok mu?”diye sordu. Madar,başını salladı.Ellerini açtı:”var” dedi. “Eğer evdeşini götürüp Ejderler kağanı Naranta’ya kurban adarsan Açığma-kün’ü Kaybettiğin yerde bulursun.”
Burkay hiç düşünmeden kabul etti.Gözünü sevda bürümüş,kanına çılgınlık yürümüştü.Evdeşini Naranta’ya adak verdi.Naranta,onu öldürüp yedi.Kadın ölürken ellerini göğe kaldırıp beddua etti: “Burkay iyiliğe kemlik ettin. Tanrı seni bedbaht etsin. Kıyamete kadar,dünyaya her gelişinde ruhun ızdırap içinde çalkansın”dedi. Tanrı bu dileği kabul etti.
Burkay,Şeytan Madar’ın dediklerini yaptıktan sonra çam ağacının olduğu yere gitti. Kız gitti diye kuruyan çam yine yeşermişti. Açığma-Kün onun gövdesine yaslanarak duruyordu. Burkay yaklaşıp şöyle dedi: “Nerde kaldın ay bakışlı? Neden gittin inci dişli? Senin için hasta düştüm. Eller gezip dağlar aştım. Artık bana varmazmısın? Derdime em vermezmisin? Gel,benim ol çiçek yüzlüm! İpek saçlım,ışık gözlüm!"
Açığma-kün bir şey demedi.Büyülü gözlerle Burkay’a bakarak gülümsedi.Burkay’ın aklı başından gitti. Az kaldı kımız gibi eriyip akacaktı. Kıza yaklaşarak sıkı sıkı tuttu.Çiçek kokan yüzünü öptü. Onu evine getirip eş edindi. Fakat bununla derdi bitmedi. Açığma-kün’ü her gün biraz daha çok sevdi. Öpmekle doymadı. Sevmekle kanmadı. Uçan kuştan kıskandı. Esintiden yüksündü. “Sen insan değilsin.Peri Kan Katun’sun”dedi. Sevgisi durulmadı. Arzusu kırılmadı. Öpmekle kanmaz oldu. ”Sen Peri Kan Katun değilsin. Tanrı Katun’sun” dedi.
Bir gün ihtiyar,çirkin büyücü kadın yine geldi.”Bunun derdine ancak Madar çare bulabilir”dedi.Birlikte Madar’a gittiler. Madar güldü. “Sen Nızvanı cehennemine düşmüşsün. Eğer o da sana bir defa seni seviyorum derse bundan kurtulursun”dedi. Burkay yurduna döndü. Açığma-Kün’e “Beni seviyormusun?”diye sordu. Kadın,saçlarıyla onu sararak ne soracağını unutturdu. Bir ay geçti. Burkay “Beni seviyormusun?”diye yine sordu. Kadın,kollarıyla onu sıkarak ne soracağını unutturdu. Bir ay daha geçti.Burkay “Beni Seviyormusun?”diye yine sordu. Kadın onu öperek ne soracağını unutturdu. Böylece aylar geçti.Yıllar geçti.Burkay sevgiden çılgına döndü. Izdırap ızdırap üstüne ,keder keder üstüne çekti. Hekimler geldi ilaç bulamadı. Baksılar geldi;çare edemedi. “Seni ancak ölüm kurtarır. Açığma-kün, Tanrı’nın sana bir cezasıdır”dediler. Burkay büyük ızdıraplar içinde öldü. Ölürken yine”Beni seviyor musun?”diye sordu. Kadın onu saçlarıyla sardı,kollarıyla sıktı,öptü. Fakat bir şey demedi. Burkay’ın Öldüğünü görünce gözleri yaşardı.İnci gibi yaşlar aktı. “ Izdırap çekiyorum”diye inledi. Fakat “ben de seni seviyorum “demedi. Burkay ölmekle ızdıraptan kurtulmuş olmadı. Her yıl bahar olup çiçekler açtıkça, Açığma-Kün’ü görüp sevdiği çam ağacının yanında ruhu dolaşıyor. ”Izdırap çekiyorum. Sen de beni seviyormusun?”diye inliyor. O günden bugüne kadar bin yıl geçtiği halde Burkay her bahar orada ağlıyor. Yanında duran Açığma-Kün“Sus sus,ben de ızdırap çekiyorum”diye yanıp yakılıyor. Fakat”Ben de seni seviyorum “demiyor ve yıllar böylece akıp geçiyor...